Monthly Archives: Ağustos 2010

Doğanın ve Efsanelerin Sakladığı Acılar – Haydar Karataş

Haydar Karataş’ın Gece Kelebeği/Perpeık a Söe adlı romanı hakkında

Haydar Karataş’ın romanı Gece Kelebeği/ Perperık-a Söe’nin tarihi ve sosyal arka planında Cumhuriyet tarihinin en büyük trajedisi bulunuyor. Karataş, Dersim Katliamının ardından köylerinden ayrılmak zorunda kalıp nereye gideceklerini bilemeyen Fecire Hatun’la kızı Gülüzar’ın hikâyesini anlatıyor. Roman boyunca Fecire Hatun ve Gülüzar’ın yanı sıra, onlar gibi gidecek, kalacak köyü, evi olmayan başkalarının da çok zorlu koşullar altında hayata tutunma -daha açık bir deyişle, ölmeme- çabalarına tanıklık ediyoruz. Köylerle birlikte hayvanlar, tarlalar, tohumlar yakılmış, sürgüne gitmeyenler mutlak bir yoksulluğa mahkûm edilmişlerdir. Bu koşullar altında Fecire Hatun ve Gülüzar o köyden bu köye giderek kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışmaktadırlar, ama gittikleri her yerde aynı baskıyla karşılaştıkları için yollarda, dağlarda, ormanlarda yaşamak zorunda kalırlar. Sığınacak bir dam altı olmaksızın karda kışta dağlarda olmak hiç kolay değildir; öte yandan devlet güçleri halen dağdakiler için bir büyük bir korku kaynağıdır. Ne zaman ne yapacakları belli değildir, her an yeni bir sürgün kararıyla birilerini daha doğup büyüdükleri topraklardan kopartmaya karar verebilmekte, tam yerleştikleri sırada yerleştikleri yeri tarumar edebilmektedir.

Roman Gülüzar’ın ağzından anlatılıyor; olayların neler olup bittiğini tam olarak bilemeyip bunları anlamlandırmaya çalışan bir çocuğun gözünden anlatılması romana ayrı bir boyut kattığını belirtmek gerek. Neler olup bittiğini yöre halkı da tam olarak bilememektedir; bazı aşiretler isyan etmiş, devlet onları cezalandırmak adına bütün Dersim’de sürgün ve baskı politikaları uygulamaya başlamıştır. Bu arada aşiretler birbirine girmiş, yasalar kadar gelenekler nedeniyle de kimi köylüler (bunlardan biri de Fecire Hatun’dur) sürgüne gitmek zorunda kalmıştır. Öte yandan, dil de önemli bir sorundur yöre halkı için. Devlet onlarla aynı dili konuşmamaktadır, devletle bir biçimde temasa geçebilmeleri için bir tercüman bulmak zorundadırlar, ama sürgünler nedeniyle neredeyse Türkçe bilen hiç kimse kalmamıştır. Dil bilen az sayıdaki insan ise bu bilgilerini kendilerinden yardım isteyenlerin varlarını yoklarını (yoksulluk öylesine hâkimdir ki, daha çok “yoklarını” demek daha yerinde olur) almak için kullanmaktadırlar. Böylesi yoğun bilinmezlikler ortasında olup bitene bir kız çocuğunun gözüyle bakıldığında görülen bambaşka bir şeydir: Gülüzar böyle bir dünyaya doğmuştur, annesi, komşuları, köylüleri yaşadıkları felaketten öncesini de biliyorlardır, ama Gülüzar bu sırada dünyayı da tanımaktır. Murat Uyurkulak kitabın arka kapağındaki notunda çok yerinde bir benzetme yaparak, “Âdeta Dersim’de değil, nükleer savaşın vurduğu bir dünyada (…) geziniyoruz,” diyor. Bizde bu duyguyu uyandıran Gülüzar’ın gözleriyle bakıyır olmamızdır. Dersim dağlarında annesiyle birlikte yerleşecek bir yer arayan Gülüzar için hayatın bir öncesi yoktur, bir sonrası olacağı da kuşkuludur.

Gülüzar’ın dünyayı, hayatı tanımak için elinde annesinin anlattığı masallar, annesinin ve öbür sürgünlerin ‘önceki dünya’ hakkında konuşmaları sırasında işittikleri ile birlikte yaşarlarken tanık oldukları dışında çok şey yoktur. Annesi çok konuşkan değildir üstelik; masal anlatmadığı zamanlarda Gülüzar’a ninni gibi gelen ağıt, dua, ilenme arası bir şeyler mırıldanmaktadır. Yine de Dersim’in o köyünden bu köyüne sürüklenir ve kendilerine bir yaşam kurma mücadelesi verirlerken Gülüzar annesinden hayat, ölüm ve doğa hakkında çok önemli şeyler öğrenir. En başta hayatlarını zorlaştıran doğaya hürmette kusur etmemektedir annesi. Ellerindeki tek şey hayatlarıdır, doğa koşulları hayatlarını zorlaştırmaktadır, ama Fecire Hatun’un bütüncül bakış açısı içerisinde doğa, insanlar ve bunları yaratıp gözeten yüce güç bir bütündür. Çok büyük acıların anlatıldığı Gece Kelebeği/ Perperık-a Söe’nin derinlerinde Gülüzar’ın annesinin bu bakış açısını sezeriz. Onca acıya rağmen Fecire Hatun’a güç ve umut veren, yaşadıkları onca yoksunluk, acı ve açlığa rağmen merhamet duygusunu yitirmemesi sağlayan bu bütüncül bakıştır. Bu bakış açısından Gülüzar da etkilenmektedir. Küçük bir örnek vermek gerekirse: Bir akşam annesinin ninni söylerken çıkarttığı ses ile “büyük bir ahenkle dağda esen rüzgâr”ın arasındaki uyumu fark eder, sonra “rüzgârın otları nasıl eğdiği, bazen önüne kattığı kuru bir ot çalısını nasıl burgaçlar yaparak sürüklediği” gelir gözlerinin önüne. Önce annesinin anlattığı olaylarda bahsi geçenlerin, sonra da kendilerinin kuru ot çalısı olduklarını, rüzgârın onları da önüne katıp sürüklediğini düşünür. Rüzgârla (doğayla) aralarındaki alışverişin, temasın tek boyutlu olmadığını fark etmektedir. Rüzgârın kaderlerini andıran bir yanı vardır, ama aynı zamanda annesinin sesi de rüzgârı andırıyordur… Annesinin hal ve tavırlarında, kimi zaman da sözlerinde belirginleşen birlik duygusunun Gülüzar’ın da benliğinde geliştiğini görürüz böylece. Bu birlik duygusu aynı zamanda olan bitenden kendini de sorumlu tutan bir ruh haline neden olmaktadır. Roman kişilerinin günler geceler boyunca başlarına gelenlere sebep ararken kendilerini dışta tutmayan ruh halleri de dikkat çekicidir. Bu, hayata ve dünyaya başka bir yerden bakmaktır. Hiçbir zaman yüksek sesle ifade edilmediği halde Gece Kelebeği/ Perperık-a Söe’nin bütününde hissedilen bu bakış Gülüzar’ı yanı sıra bizim de çok derinlerimizde bir yerlere dokunuyor -bir anlamda biz de onunla birlikte yetişiyoruz.

Gülüzar da çok sonraları rüzgârın sadece insanları sürüklemediğini, ama aynı zamanda insanların seslerini, anılarını sakladığını da fark edecektir. Başlarından geçenleri anlatabilmek için dilin yetmediği (yetemediği) yerde doğa onların yaşadıklarını sakladığını anlayacaktır.

Gece Kelebeği/ Perperık-a Söe, resmi tarihin yakın zamana kadar üstünü örttüğü bir döneme ilişkin bir roman; çeşitli yasak ve baskılar nedeniyle açıkça anlatılamamış bir dönem bu. Anlatılamadığı halde yaşananlar unutulmuş değil. Belki insanlar gizli gizli birbirlerine anlatmışlar, belki de dağa, taşa, rüzgâra… Efsaneler, hikâyeler ve doğa saklamış bunları. Haydar Karataş’ın kalemi de onların onlarca yıldır sakladığı acıların insanlara ulaşmasına aracı olmuş. Karataş bunları tam da saklandıkları biçimde, masalların, efsanelerin arasından geçerek anlatmış. Gece Kelebeği/ Perperık-a Söe anlatılanlar kadar anlatılma biçimiyle, dil ve anlatımıyla da etkileyici bir roman.

Gece Kelebeği/ Perperık-a Söe, Haydar Karataş, İletişim Yayınları, 2010, 255 s.

Notos sayı 23’te (Ağustos-Eylül 2010) yayınlanan yazının gözden geçirilmiş hali

Yorum bırakın

Filed under Kitap