Monthly Archives: Aralık 2013

Yoksul ve Yabancı – William Saroyan

ImageOkul zamanı yazın gelişini iple çeker, gelince de sıkılırdık. Yapacak hiçbir şey yoktu yapacak bir şey aklımıza gelse sıcaktan kımıldayacak halimiz kalmamış olurdu. O deli sıcakta kardeşim evdeki elektronik cihazları kurcalardı, ben de babamın kitaplığını. Bazen benim arkadaşlarım ya da kardeşimin arkadaşları gelirdi bize. Hep beraber, cümbür cemaat sıkılırdık. Belki de böyle günlerde okuduğum ve sıcağın yarattığı bezginliği, bir yandan pek çok şey yapabilme güç ve inancıyla doluyken öte yandan hiçbir şey yapmama/ yapamama sıkıntısını alttan alta duyurdukları için bazı yazarları çok sevdim. Aklıma gelen ilk iki isim Steinbeck ve Saroyan.

Aras Yayıncılığın William Saroyan dizi sine başladığını gördüğümde o yıllar, o sıcak geliverdi gözümün önüne. Sarı bir sıcak, ama Yaşar Kemal’inkinden farklı bir “sarı sıcak”. Daha kasabalı, belki de küçük şehirli. Kafası ve kafasından da çok ağzı çalışan, bir parça Tom Sawyer ve Huckleberry Finn’i andıran bir çocuk. Amerikan tarzı yaşamın kasabadaki hali pür melali, özellikle “yabancılık”, her yerde hissedilen bir yabancılık…

Aras Yayıncılık, Saroyan’ın hikâyelerinden “tematik” bir seçme yapmış olmalı. Kitaptaki bazı öyküler, Türkçede daha önce birkaç baskı yapan, Aram Derler Adıma adıyla yayımlanan kitapta da var. Bu iki kitap ve Memet Fuat’ın çevirisiyle yayımlanan Yoksul İnsanlar birlikte ele alındığın da, Saroyan’ın hikâyeciliği hakkında altı çizilmesi gereken birkaç şeye rastlanabilir. Bunların başında Saroyan’ın dili geliyor: Çok yalın bir hikâye dili var Saroyan’ın. Bu yalınlık anlatımın yanı sıra kurgu için de geçerli. Bu iki özellik üç beş sayfada insanlığın XX. yüzyıldaki temel sorunlarını okura duyuruveriyor. Saroyan’ın hikâyelerinin “Zavallı Bağrı Yanık Arap” adlı hikâyenin (Ödlekler Cesurdur, s. 16; Aram Derler Adıma, “Zavallı Yanık Arap”, s. 100) iki kahramanının sessiz diyaloglarını andırdığı söylenebilir. Bu hikâyede anlatıcının Hosrov dayısı ile Arap arkadaşı gün boyu sessizce otururlar. Bir çocuk olan anlatıcı bu duruma akıl sır erdiremez. Annesi şöyle açıklar durumu:

“Sanırım konuşuyorlar. Oturup kahve ve sigara içiyorlar. Ağızlarını hiç açmıyorlar, yine de devamlı konuşuyorlar. Birbirlerini anlıyorlar, bunun için ağızlarını açmaya ihtiyaçları yok, çünkü saklayacak şeyleri yok.”

Saroyan’ın hikâyelerinde insanlık durumları uzun ruhsal çözümlemeler, bitmek bilmeyen betimlemeler, ukalaca verilmiş söylevler aracılığıyla açığa çıkmaz. Diyaloglar gündelik hayattaki gibi uçucudur. Ortasından dalarız çoğu kez konuşmaya bir kahvede ya da meyhanede kulağımıza çalınan konuşmalar gibi. Bununla birlikte, bu uçuşan sözcüklerle sımsıkı kurgulanmış bir hikâye evreni yaratır Saroyan. “Cumartesi Gecesi” adlı hikâyede (Yoksul İnsanlar, s. 37), kahramanların konuşma konusu, herhangi bir içki evinde duyabileceğiniz bir şeydir Hitler’in korkak bir fare olup olmadığı üzerine konuşuyordur kadınla erkek. Bu kısacık hikâyede insanlığın en büyük sorunu olan savaşın yalın bir görüntüsü çizilir.

“Kalın camlı tabla hüzünlüydü çok yüksek hüzünlü Scotch şişesi hüzünlü gölgeleriyle hüzünlü tuzlukla biberlik yandaki bölmede oturan hüzünlü insanlar dışarıdaki hüzünlü cadde hüzünlü pencereler, kapılar, evler, odalar.”

Bu görüntüde hüzün tuzlukla biberlikten gezegenin bütününe doğru yayılırken, Saroyan kadınla erkeğin paylaştıkları küçük bir ayrıntıyı çıkarır savaşın karşısına. Hüzün bütünüyle dağılmaz bu ayrıntıya da sinmiştir, ama yaşama sevincinin özünde yer alan var olma coşkusu hüzünle sarmaş dolaş, belki de biraz sarhoş bir halde kendisini duyurmaktadır.

“Kız azıcık sarhoş olmuştu, delikanlı da azıcık sarhoştu, ama her şey yolundaydı müzikti, O Sale Mio, güneşim, İtalya, aşk şarkıları söyleyen basit insanlar, bütün dünyaydı hüzün içinde, aşk isteyen delikanlının birasını her yudumlayışında kız da birasını yudumladı bir parçasıydı bu aşklarının, birlikteki suçsuzluklarının bir parçası uyanık olmak birlikte, küçük bir bira evinin masasında, bira içmek birlikte, genç İtalyan’ın hüzünlü müziğini dinlemek birlikte, aynı yerde olmak, her biri milyonlardan bir kişi. Güzeldi, bardağın içindeydi öpücük gözleriyle içtiler birbirleri için biliyordu delikanlı sarhoş olduklarını, ölümsüz olduklarını, Hitler’in de, bütün öteki korkak, kalleş koca farelerin de yazdan önce öleceklerine inanıyordu bütün gücüyle, yeryüzünde her şeyin yoluna gireceğine inanıyordu.”

Her yanı kaplayan hüznü aralayan sevdadır, canlı olmaktır, hayatta olmaktır, ama sevda hüznü aralama gücünü etik bir seçimden alır: Birlikteki suçsuzluklarıdır yeryüzünde her şeyin yolunda gitmesini sağlayacak olan. “Aşk Bana Göre Değil” adlı hikâyedeyse (Yoksul İnsanlar, s. 32), sevda imkânsız bir şey gibi anlatılır, ama var oluşsal bir imkânsızlık değildir bu, yeryüzünün içinde bulunduğu koşullarla ilgili bir şeydir.

“Aşk dediğin maskaralık, her zaman öyleydi, her zaman öyle olacak. Tek şey o yeryüzünde gene de maskaralık. Kuşlardan başkasına göre değil. İnsanoğlunun yaşarken bulaştığı bunca saçmalığa göre, bu hayata göre çok yüksek. Dünyayı dolduran bu giysili, bu çalışkan, bu para kazanmak zorunda olan, bu havayla, suyla yaşayamayan yaratıklara göre değil aşk.”

Sait Faik’in, anlattığı olayın etkisiyle söylenen anlatıcılarını andıran bu hikâye kahramanı yine de aşıktır sevgilisi de ona. İyiden iyiye aşık olduğunu anladıkça kahramanımız ne yapacağını bilemez, ona ve onun gibilere göre değildir aşk. “En iyisi kavga etmek,” der.

“Bir şey bulup kavga çıkarmalıyız, dedim. Belki bir iki gün sürer, ama mutlaka bir şey bulmalıyız. Kavga edemezsek büsbütün kötüleşecek iş. Çok korkunç. Seni seviyorum çünkü.”

“Bana göre değil, benim gibilere göre değil,” derken çalışmak zorunda olan yoksulları işaret ediyor Saroyan ve hikâyelerinin hepsinde şimdilerde edebiyatta çok da önem verilmeyen, sözü edilmeyen yoksulları anlatıyor ısrarla. Saroyan’ın yoksulluğa bakışında insani bir gerçeğin altı çizilir:

Yoksulluk paraya sahip olamamaktan başka bir şey değildir. Bu durum bazılarınca hiçbir şeye müstahak olmamak biçiminde algılansa da, onun hikâye evreninde yoksulluk dünyaya meydan okumak anlamını taşır.

“Ojibaw Kabilesinden ‘Lokomotif 38’ Kızılderili” adlı hikâyede (Aram Derler Adıma, s. 88), on dört yaşındaki Aram, kendisine “zengin olup ne yapacaksın?” diye sorulduğunda. “üç yıldır Mendota’ya gidip balık tutmayı tasarlarım. Bunun için ihtiyacım olan malzemeyle beni Mendota’ya atacak bir araba satın alacağım,” yanıtını verir. Para onun için ne statü ne kimliktir. İçinde taşıdığı meydan okuma gücünü harekete geçirecek araçtır. Kasabaya bir eşekle gelen Kızılderili, ona bu fırsatı sağlamak için bir araba satın alır balık tutmayı da, araba sürmeyi de doğru dürüst bilmeyen Aram’a dilediğince bir gün yaşatır. Bu cesarete bu pek çok şeyi göze alan inatçı yapıdaki insanların meydan okuyuşuna başka hikâyelerde de rastlarız.

“1924 Cadillac Satılık” adlı hikâyede (Yoksul İnsanlar, s. 7) araba satıcısının çalışacağına inanmadığı arabayı Filipinli on bir adam pırıl pırıl yapar ve çalıştırır “Piyano”da (Yoksul İnsanlar, s. 18) “parasızlık insanı elde etmesi gerektiğine inandığı birçok şeyden uzak tutuyor,” diyen Ben, piyano çalmayı alıcıymış gibi girdiği dükkânlarda deneye deneye öğrenir. “Elli Metre Sürat Koşusu” adlı hikâyede (Aram Derler Adıma, s. 39) Aram birinci geleceğine inanırken sonuncu olur, yogaya meraklı amcası da yogayı bırakıp içkiye dönmüştür, ama “biz şöyle böyle bir aile değiliz. Biz büyük bir aileyiz, büyük! Bizim dünyada altından kalkamayacağımız şey yoktur'” demekten de geri durmaz.

Bu meydan okumanın trajik örneklerinden birisine de “İspanya’ da Savaş” adlı hikâyede rastlarız (Yoksul İnsanlar, s. 25). Drake, ailesinin karşı çıkmasına rağmen İspanya İç Savaşına gider, ondan bir daha haber alamazlar, ama Drake’in ikizi Paula, “onu öldüremezler,” demeyi sürdürür. “Nar Ağaçları” adlı hikâyede (Aram Derler Adıma, s. 23) Aram’ın amcası Melik çölde meyve ağaçları yetiştirmeye azmetmiştir. Amca yeğen yıllarca uğraşırlar, amca bu uğurda bütün parasını yitirir, ama yetiştirdikleri on bir sandık narı satamazlar ve toprağı elinden kaçırır Melik Amca. Üç yıl sonra yolları yeniden oraya düştüğünde Melik Amcanın ilk kiraladığı zamanki gibi bir çölle karşılaşırlar.

“Biraz dolaşıp şehre döndük. İkimizin de ağzını bıçak açmıyordu. Söylenecek o kadar şey olmasına karşın, hangi dilde söyleyebileceğimizi, nasıl başlayabileceğimizi ve nelerden söz edebileceğimizi bilmiyorduk.”

Hikayenin sonundaki “hangi dilde söyleyeceğimizi bilmiyorduk” cümlesi, Saraoyan’ın hikâyelerindeki başka bir izleği “meydan okuma” izleğiyle buluşturur: Yabancılık, yersiz yurtsuzluk, sürgün edilmişlik…

Ödlekler Cesurdur adlı kitapta daha çok bu izlek çevresindeki hikâyeler bir araya getirilmiş. Bu hikâyelerde anlatılan, kendilerini yaşadıkları yere ait hissedemeyenlerin dramıdır. “Ailede Delilik” adlı hikâyede, bunu hissetmek için, o topraklara ilk ölülerini defnetmeyi bekleyen hikâye kahramanının trajikomik duyarlılığı göçe zorlanmış her bireyin acısıyla ortaktır.

“Bir yandan Fresno’daydık, bir yandan hiçbir yerde. Ölüm içimizden birini yakalamadığı, biz de onu gömüp orada yattığını bilmediğimiz sürece nasıl herhangi bir yere ait olabilirdik ki?”

diye sorar Saroyan’ın kahramanı. Yalın konuşmaların yerini anlamlı suskunluklar alır bu hikâyelerde.

“Hiç konuşmadık, belki de senin dilinin Ermenice, bizimkinin İngilizce olmasından. Gerçi biz de Ermenice konuşabiliyorduk ama konuşmamamızın asıl nedeni birlikte yolculuk etmenin bizi yeterince mutlu etmesiydi.”

“Hovagim Saroyan” adlı bu hikâyede iki kardeş, ailesi Bitlis’te kalmış akrabalarının çiftliğinde birkaç gün geçirir, neredeyse hiç konuşmadan. Gerek yoktur konuşmalarına.

“‘Eve yalnız gitmek istemiyorum.’ demiştin. Neden bahsettiğini biliyordum nasıl küçük bir çocuk bu tür konuları anlar ama asla konuşmazsa öyle.”

Bu hikâyelerde hüzün Yoksul İnsanlar‘daki “Cumartesi Gecesi” adlı hikâyedeki gibi her yere sinmiştir. Belki bir savaşın içinde değillerdir doğrudan ama geçmişte kalmış bir savaş da çok şey alıp götürür insanlardan. Hele ki savaştan sonra yersiz yurtsuz kalınmışsa. İki savaş arasında barış mümkün müdür? Geçtiğimiz yüzyılın başında da, sonunda da pek çok insan yer değiştirmek zorunda kaldı. Gün geçmiyor ki, TV haberlerinde bir yerden bir yere göçerken yakalanan mültecileri izlemeyelim. Gidemedikleri yerde de onları bekleyen hayat gayet hüzünlü. Saroyan, yüzyılın başında göçmüş olanların tanığı, ama yapıtları aynı kaderi yaşayanların ruhlarına dair de bir şeyler söylüyor.

Saroyan’ın tanık olduğu, çoğunluğu Fresno ya da benzeri bir kasabaya yerleşmiş olanların hikâyelerinde bir başka şey daha var. ABD’nin kozmopolit yapısının, “Amerikan hayat tarzının” oluşumunun hikâyesi. Kimi zaman hüzünlüdür bu hikâye, kimi zaman matrak. Saroyan aynı hikâyede bu ikisini birden duyurmayı başarır. Mektupla öğretimle “sözde” yetişen kuşakların sesini duyarız “Ah Hayat, Ah Ölüm, Ah Müzik, Ah Fransa, Ah Her Şey” adlı hikâyede (Yoksul İnsanlar, s. 40).

“Ah hayat, ah Aralık, ah Alexander Woollcott, ah Victor Gramofon Plakları, ah vatandaşlar, arkadaşlar, vatanseverler, vatan satanlar, ah Harvard, ah Yale, ah bütün yüksek okullar gidemediğim, ah bütün edebiyat dersleri, tıp dersleri, matematik, Fransızca, Latince dersleri alamadığım, ah edebiyat, ah tıp, ah matematik, ah Fransızca, ah Latince, ah bütün öğrenemediğim şeyler.”

Aram’ın kuşağı arada kalmıştır. Ailenin büyüklerinin ruhu hala geldikleri dağlardadır Aram’dan sonrakiler “tam birer Amerikalı” olacaktır onun kuşağı aralarda bir yerde gidip gelmektedir. Yukarıda da sözünü ettiğim “Zavallı Bağrı Yanık Arap”ta Hosrov Dayı, çocuğun ısrarla Arap’ın ismini sormasına dayanamaz, onun için isminin önemi yoktur. Çocuğun elindeki dergi bu iki kuşağın farkım duyururcasına “Amerikalı”dır. Dergide devasa jelloların, son model arabaların etrafındaki son moda adamların, flaşların, süslü giyimli gençlerin resimleri vardır. Çocuk vaktini bunlarla geçirirken dayısı insanları tavla oynarken tanıyan, dostlarını da, düşmanlarını da tavla oynarken kazanan biridir. Burada bir ayrıntıya da değinmek gerek. Bu hikâyenin bir bölümü iki çeviri de farklılık taşıyor. Ödlekler Cesurdur‘da, Aram Derler Adıma‘dan farklı olarak, Arap’ın biraz esmer olmasa akrabalardan biri sanılabileceğinin, insanın doğru dürüst ve vicdanlı olduğunda esmer ve kısa boylu olmasının önem taşımayacağının belirtildiği cümleden sonra iki cümle daha var:

“Farklı olmak, insan olmanın getirdiği cazibeden başka bir şey değildir, Bir halkı insanlaştıran, gelişmesini, sürekliliğini sağlayan şey de nihayetinde içinde barındırdığı o kendine has özelliktir.”

Özgün metni bilemiyorum, ama bu cümlenin çıkarılmış olması eklenmiş olmasından daha olası. Bu iki cümle, belki de Saroyan’ın yersiz yurtsuzluğu anlattığı hikâyelerin bir özeti. Ayrıntılardaki farklılıkların anlamı bu kadardır zaten, Saroyan’ın kahramanları her zaman Ermeni değil kimi zaman Yunanlı, kimi zaman Arap, hatta İtalyan yemeklerindeki sarımsak, isimlerinin yabancılığı, burunlarının büyüklüğü nedeniyle farklı oldukları hep duyurulan insanlar, ama sonuçta hepsi yersiz yurtsuzların ve yoksulların ulusundan. Belki de bu yüzden o gülünç kendine güvenleriyle meydan okuyorlar.

Saroyan’ın hayatı da benzer bir “meydan okuma”yla geçmiştir. İlk hikâyesinin yayımlanmasından sonra Story dergisinin editörlerinden davet almadığı halde, onlara her gün yeni bir hikâye göndereceğini yazar ve gönderir. Yazmayı uğraş edinen birinin ailesinin nazarında hor görülüşünün anlatıldığı pek çok hikâyesi var Saroyan’ın. Belki de yazmayı uğraş edinene meydan okuma cesaretini veren de, toplum genelinin farklılığından ötürü onu dışlamasıdır. Yabancı ve yoksul olanın yenilmez azminin bir örneğidir bu.

Lisedeyken ders kitabımızda bulunan, ama “malum nedenlerle” bize derste okutturulmayan, “Amcasının Kafası Sirk Kaplanı Tarafından Koparılan Berber” adlı hikâyenin sonunda, Saroyan, insanlar arasındaki bütün bu farklılıkların bağlandığı bütünselliği açıkça belirtir.

“Haftalar boyunca tek düşündüğüm, berberin, kafası sirk kaplanı tarafından koparılan zavallı amcası Misak’tı. Saçımın yeniden uzayacağı günü iple çekiyordum sonunda Aram’ın dükkânına gidebilecek ve dünyadaki insanın, yitik ve yalnız ve her daim tehlikede olan zavallı Misak amcanın hikâyesini dinleyebilecektim. Yaşayan herkesin hüzünlü hikâyesini.”

(Virgül‘ün Haziran 2001 tarihli 42. sayısında yayınlanmıştır.)

Yorum bırakın

Filed under Genel