Tag Archives: IAN.EDEBİYAT

Geçmiş Zamanın Peşinde Şimdinin Resmi

mifZiya Osman Saba’nın öyküleri hakkında.

Ziya Osman Saba’nın öykülerinde eşyanın özel bir yeri var; elbette öncelikle geçmişi, “mesut zamanları” hatırlatması, ama bununla sınırlı değil. Saba’nın öykülerinde geçmişe özlem ana bir izlektir demek bile eksik kalır, sanki bu öyküler yazarın içini kavuran özlemleri kâh depreştirip kâh dindirmek için yazılmış gibidir. Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi ve Değişen İstanbul’daki öykülerde[1] belli belirsiz o zalim soruya –“Benim asıl mesut zamanlarım ne oldu?” sorusuna– verilmiş bir yanıt da saklı. Saba’nın öykülerinde eşyaya izafe edilenlerin peşinden gitmek bu yanıtı görme imkânı sunabilir.

Bu soruya verilecek ilk yanıt yılların geçmesi, insanoğlu ve insankızının yaşlanmasıdır. Saba’nın kuşağından bir başka şair, Celal Sılay bir soruyla yanıtlar mesela bu soruyu: “Gökkubeyi de bilirim, perileri de/ Ama yüreğimin erinci nerede?” Şunu da hatırda tutmak gerek, “mesut zamanlar” yaşanırken o denli mesut mudur, başka bir deyişle, hatırlarken geçmişi yeniden kuruyor, soluk fotoğrafları rötuşluyor olamaz mıyız? Araya zaman girdikçe yaşananlardaki tatsız bazı yanları unutmaya, hatıraların üzerine bir yanılsama örtüsü çekmeye, geçmişi ülküleştirip bugünü mahkûm etmeye eğilimliyizdir çok kez. Ziya Osman Saba’nın çizdiği geçmiş resminde de böyle bir yan olmakla birlikte, geçmişle şimdi arasında yaptığı karşılaştırmalar nelerin değiştiğinin de bir çetelesi ya da şimdiki zamanın bir eleştirisi olarak değerlendirilebilir. Geçmişe duyulan özlem, o zamanlar tam olarak öyle yaşanmamış olsa bile, tartışmasız bir özlemdir, demek artık kesinkes öyle değildir; hissedilen özlem şimdiki zamanda eksikliği duyulanları, yitenleri, yitirilenleri gözler önüne seriyordur.

Eşyanın Ziya Osman Saba’nın öykülerindeki yerine bu noktadan baktığımızda şunu görmek mümkün. Eşya, bu öykülerde bir yandan hatırlama taşı görevi görürken, bir yandan da hatırlanan (ya da ülküleştirilen) yıllara dair başka bir şey daha söylüyor, eşya-insan ilişkisinin artık çok gerilerde kalmış bir halinin resmini çiziyor. Eşyanın insanın hizmetinde olduğu, ruhunu insanla kazandığı, kullanımın mübadelenin önünde olduğu bir dünyayı hatırlamak ya da hayal etmek belki de bu. Hayal ettiğimiz geçmişte böyle olup olmadığı ya da gelecekte bunu bir ihtimal olarak düşünüp düşünemeyeceğimiz tartışılabilir, ama şurası açık, şimdiki zamanda böyle bir dünyada değiliz.

“Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi” başlıklı öykü muhtemel bir mutluluk tablosuyla başlayıp ilerler. “Adeta bütün bu mağazalar, bütün şu insanlara saadet satıyorlar.” Ne var ki öykünün anlatıcısı vitrinlerde gördüğü bunca eşyanın güzelliğini, değerini ancak insan sıcaklığıyla birleştiğinde kazanacağının farkındadır. Bunu fark etmesini sağlayan yalnızlığıdır, yokluk ve yoksunluk duygusudur. Eşyaya sahip olmanın, onları satın almanın tek başına saadet getirmeyeceğini duyurmaktadır yalnızlığı. Kendini mutlu görünmeye zorlamanın, hatta kötümserlikten kurtulmaya çabalamanın da bir faydası olmadığını öykünün sonunda anlayacaktır.

Ruhunu Yitiren Eşya

Bitpazarında dolaşan “Babamın Elbisesi”nin anlatıcısının aklından geçenler de benzer niteliktedir. “Bütün bu eşyalar dünyaya gelmelerine sebep olan hizmetlerini tekrar görmek, iki koltuğuyla samanları deşilmiş kanepe tekrar bir çifti kucağında barındırmak; kendini göstermek ister gibi bütün arkadaşlarının önüne çıkan sobaların muhakkak en hallicesi tekrar bir an evvel ısıtmak, karpuz lambaların hasretini çeken, yaldızları tazelenmiş aynalar tekrar insan yüzlerini aksettirmek, tekrar odaların mahremiyetine girmek, tekrar beğenilmek, satılmak, daha yaşamak istiyorlardı.” Anlatıcı öykünün sonunda, bir süre önce sattığı yakın zamanda vefat eden babasına ait elbisenin satılmamış halde sergilendiğini görünce, elbisenin “eski ruhunu kaybet[tiğinin], artık ‘baba[sın]ın elbisesi’ olmaktan çık[tığının]” farkına varacaktır. Bu aynı zamanda öykünün girişinde eşyaya yakıştırdıklarının da afaki olduğunu duyurur bize. Eşya –varsa– ruhunu ancak insanla kazanıyordur, insanın olmadığı yerde eşyanın saadetle, sıcaklıkla, “ruh”la bir ilgisi yoktur.

Günümüzün tüketim toplumlarındaysa Saba’nın öykü anlatıcılarının farkına vardıklarının tam tersini dayatan bir ideoloji hâkim. Ruhsuz dünyalarımızın eşyayla ruh kazanacağını, saadetin tüketmekle, satın almakla temin edileceğini savunan bitmek bilmez manipülasyonlar; açık ve gizli reklamlarla, medya ve hatta kimi zaman edebiyat ve sanat eserleri vasıtasıyla sürekli olarak gözümüze sokuluyor. Eşyanın kullanım değeri –“ruhu”– değil, değişim değeri ön planda. Bu yeni bir şey değil elbette, kapitalizmle birlikte ortaya çıkan bir durum. Saba’nın öykülerini yazarken meseleye böyle bir noktadan baktığını düşünmemiz gerekmiyor; onun geçmişi övüşünde böyle bir eleştirellik bulunmasa da, bu metinler bize bu gerçekliği duyuruyor. Bununla birlikte, eşya-insan ilişkisinde hep göz ardı edilen, ama meselenin özünü oluşturan emek bahsini de es geçmez Ziya Osman Saba. “Bıraktığım İstanbul”da gördüğü çok güzel bir evin sahibi olmayı bile değil, böyle bir evde birkaç ay oturabilmeyi hayal eden anlatıcı, “Fakat birden aklıma bu evin ne kadar emek mahsulü olduğu geliyor. Böyle bir ev sahibi olabilmek için ne kadar akıllı yaratılmış, ne kadar çalışmış olmak icap eder…” “Akıllı yaratılma” bahsi, bu gibi konulara Saba’nın bakışında kaderci bir yan olduğunu duyursa da, “evin ne kadar emek mahsulü” olmasından söz etmiş olması dikkat çekicidir. Kuramsal bir bilgi, ideolojik bir bakış gerektirmeyen, hayatî bir noktadır bu, mülkiyeti kutsallaştıran toplumlarda bu husus hayli bulandırılmıştır, ama işte naif bir bakışla bakıldığında bile sezilecek kertede apaçık ortadadır.

“O Mahalle”de yeni evli bir çiftin taşındıkları yeni mahalle ve yeni evleri anlatılır. Başta insanı imrendiren bir sıcaklık duyurur öykü – komşuluk ilişkileri, esnafla, seyyar satıcılarla kurulan bağ vs. Bu arada yeni evli çiftin çocuğu olur, üst katlarında oturan ev sahibesi ve kızıyla o denli yakındırlar ki çocuk büyürken onları yakın akrabaları gibi hisseder. Ev sahibesi burayı satıp düzayak bir yer almayı ve genç çiftin gene kiracısı olmasını istiyordur, ne var ki böyle gelişmez olaylar. Bu sırada “kanun çıkmıştır”; ev sahibesi kiraya zam ister ve ilişkiler önce gerilir, sonra da büsbütün kopar. Benzer bir durum o cânım mahalledeki bütün kiracı-ev sahibi ilişkilerinde de geçerlidir, kavga-gürültü eksik olmaz “kanun”dan sonra. “Mahkemelik olanlar gittikçe artıyordu. Evet, mahalle, o benim taşındığım mahalle olmaktan çıkmıştı. Adeta bir sâri hastalık başlamış, adeta kalplere hırs, tamah tohumları ekerekten gizli bir sam esmiş, mahallemin insanlarını tanınmaz hale getirmişti. Belki ben de değişmiştim. Mahallemize, artan parasızlıkla beraber fenalık da girmişti.” Ziya Osman Saba, o sâri hastalığın ve artan parasızlığın nedenlerine hiç girmeden mahallede yaşanan değişimi aktarır öyküsünde. Anlatıcının ev sahibesine kızgın olmayıp onun kiranın artmasını istemesini aradan yıllar geçtikten sonra anlayışla karşılaması, bize en azından şunu duyurur; sorun insanlarda değil, onların parasız kalmasında, yaşam koşullarının zorlaşmış olmasındadır.

Ziya Osman Saba’nın öykülerinde anlatılan ne olursa olsun, konu geçmişe özleme varıyor, hemen hepsinde anlatıcılar geçmiş zamanı hatırlamakta, içinde bulundukları anın eksikliklerine, tatsızlıklarına yanmaktadırlar; ama bir yandan da bu öyküler yukarıda değindiğim üzere, yaşanan değişimin de ifadesi, gerçekçi bir resmidir – insani bir meselenin içerisinde insanlıkla ilgili başka durumların bulunması da kaçınılmazdır zaten. İşin ilginci, biz bugün Saba’nın öykülerini okurken iki farklı değişimi fark ediyoruz. İlki, öykülerin anlatıcılarının geçmişi ile şimdisi arasında nelerin değiştiği; ikincisi, anlatıcıların şimdiki zamanıyla bizim şimdiki zamanımız arasındaki değişim. Öte yandan, ilk değişim de çok uzak ve yabancı değil bizim için. Yaşımız ilerledikçe geçmişle ilgimizin, ilişkimizin farklılaşmasındaki benzerlik değil sözünü ettiğim. Onun kimi dertleri çağın dertleri – hâlâ derman bulunamamış. “Bebek”te anlatıcının bebeğinin büyüdüğü zamanlarla ilgili gelecek tasavvuru anılabilir burada: “O, daha içten gülüyor, daha candan seviyor, daha dürüst ve adil bir dünyada, daha iyi insanlar arasında yaşıyor.”

Şairin Bir Yayınevi Emekçisi Olarak Portresi

Saba’nın “Okumak” başlıklı öyküsü, öbür öykülerine hayli benzeyen bir tonda başlayıp ilerler. Anlatıcı çocukluğunda, gençliğinde okuduğu kitapları hatırlayıp anar öykü boyunca, o yılların geride kalmasına hayıflanır, hatırlamaktan tuhaf tatlar alırken, konu gene değişime gelir. “Evet, zaman geçti, devran değişti ve ben artık kıraat kitaplarındaki ‘kırmızı Ziya’, seksen günde devri âlem yapan çocuk; Zavallı Necdet’e gözleri yaşaran delikanlı olmaktan çıktım. Artık anlıyorum ki o çağlar yine bir romanın fasılaları gibi okunup bitmiş, bir daha yaşanılmamak üzere bitmiş, ben de yeni bir fasıla başlamış ömrümün yeni bir devrine girmiştim.” Bu yeni devirde okumanın manası da değişmiştir. İş olarak okuyordur, düzeltmenlik yapıyordur. “Artık okumak benim için sadece dikkat etmek, mürettibin benden evvel elleriyle yapmış olduğu şeyi gözlerimle yapmak, gözlerimle, her harfi, kelimeyi, cümleyi birer birer yoklayıp, evirip çevirip yanlışlarını, kötülerini, kalplarını işaret edip yine eski yerlerinde bırakmak, yalnız harflere, kelimelere, satırlara, cümlelere dikkat etmek, okumak benim için artık ekmek paramı kazanmaktır.”

Ziya Osman Saba’nın öykü anlatıcıları yazarın kendisine o denli bitişiktir ki, bu öyküleri hatıra niyetine okumak da mümkün gibidir, ama Saba’nın bunları öykü diye yayınladığını unutmamalıyız; üstelik bu metinlerde üslupçu bir yan da var. Saba’nın sıralamalarla, sayıp dökmelerle ilerleyen, her biri esaslı bir cümle sayılabilecek yan cümlelerden oluşan o upuzun cümlelerini de, salt güzel ve etkileyici cümleler ya da söz oyunları olarak değerlendirmemek gerekir, aynı zamanda bu üslup yürüyen birinin uzamdaki ya da hatırlayan birinin zamandaki hareketini de duyurur. Kelimeler seslerin yanı sıra hareketli görüntülere dönüşür. Günümüz edebiyatında nadiren rastladığımız –daha çok nostaljik anlatılarda yeğlenen–, belki de bir döneme özgü bir üslup bu. Öykülerin kurguları ve özellikle sonları da bu metinlerin hatıradan ziyade öykü olarak yazıldığını gösteriyor. Bununla birlikte, öykülerde anlatılanlarla yazarın hayatı arasında bağlantılar kurmaya da çok müsait metinlerdir bunlar. Mesela söz ettiği arkadaşlarını, Cahit’i (Sıtkı Tarancı), Yaşar’ı (Nabi Nayır) hemen teşhis etmek mümkündür, keza bazı öykülerde anlatıcının ismi de Ziya’dır.

“Okumak”taki düzeltmen de Ziya Osman Saba’nın kendisidir, denebilir o zaman. Nitekim, Oktay Akbal Şair Dostlarım[2]da Saba’yla iki yıl aynı basımevinde çalıştıklarından bahseder. “Basımevindeki işini bir çeşit kutsal ödev haline sokmuştu. Tashih şefiydi, bürosunda üç dört kişi daha vardı. Ama o kendi titizliğini hiçbir memurda bulamadığı için onların okuduğu formaları da bir daha incelemekten kendini alamazdı. Galatasaray ve Hukuk mezunu, tanınmış şair ve edebiyatçı Ziya Osman Saba o köhne basımevinin, uyuşuk anlayışı arasında bir ermişe benzeyen kişiliğiyle çırpınır dururdu.”

Önündeki metinleri edebi bir tat alma imkânı bulamadan okumak zorunda olduğundan söz ettiği satırları, mesela, “Fakat o anda birden hatırlıyorum ki, benim kafamın böyle tedailer [çağrışımlar] yapmaya hakkı yok, kafamın bu dalgınlığı sırasında, önümdeki satırda bir yanlış, sonra makinelerin binlerce teksir edeceği bir yanlış gözümden kaçabilir,” cümlesini okuduğumuzda öyküdeki düzeltmene üzülür, ona acırız. Hele ki onun eserlerinin yanı sıra hayatını da bilenler, Cahit Sıtkı Tarancı’nın Ziya’ya Mektuplar[3]ını ve Saba’nın bu kitabın girişinde yer alan yazısını okumuş ve onun edebiyata verdiği önemi, duyduğu sevgiyi fark etmiş olanlar, bu hale daha bir üzülecektir.

Hayat, kurmacadan daha acımasız oysa. Oktay Akbal, şöyle anlatıyor Saba’nın basımevinden ayrılışını. “Onun bu çeşit titizliğine bir anlam veremez, kızardım. Fazla bulurdum, bu ödevseverliği. Ona başka, kendine uygun daha iyi görevler alabileceğini söylerdim. Oysa korkardı hayattan. Sanki basımevinin tashih şefliği olmasa başka iş bulamayacaktı. Daha üstün, daha başarılı, ona uygun bir iş sanki başka birinin ekmeğini elinden almaktı. O, kimseyi rahatsız etmeden, kimsenin huzurunu kaçırmadan, basit, sakin bir işte yaşamak, geçinmek istiyordu. Ücretli memur olarak yaşadı. Hasta olup çalışamayacak duruma geldiği zaman işinden çıkardılar, para pul vermediler.”

Akbal, aynı yazısında Ziya Osman Saba’nın kişilik özelliklerini ermişlere benzetir. “Birimizin mutluluğu başka birinin mutsuzluğunun sonucu mudur?” diye sorduktan sonra şunları ekler: “Elinin altındaki imkânlardan yararlanmayı, başka birinin üzüntüsüne, kırılmasına sebep olmamak için düşünmeyen, yaşama savaşında kendi kişisel isteklerini yerine getirmek için kimseyi rahatsız etmeyen, kimseye yaklaşmayan kişiye ermiş adı vermek uygun düşmez mi? (…) Yaşadığımız dünyanın çirkinlikleri karşısında onun kadar yücelebilmiş, onun kadar ermiş kişiliğine çıkabilmiş başka bir kimse düşünülemez. Bu, şair Ziya Osman Saba’dır.”

Ziya Osman Saba’nın öykülerinin anlatıcılarında da bu ermiş bakışı, duyuşu, tavrı hemen fark edilir. Değerlerin altüst olduğu, yaşanan değişimlerin hırs ve tamah rüzgârları estirerek insanları giderek çirkinleştirdiği bir dünyadan geçmişe bakar, özlem duyarlar. Özledikleri eşyalar, kitaplar, evler, mahalleler, köprüler vs değildir sadece; insanlar arasındaki ilişkilerin daha sıcak olduğu, rekabetin, kinin, haset olmadığı zamanlardır. Hatırladığı geçmişin bir hayal olabileceğini de kabul eder. Ama güzel bir hayaldir. “Duvarları tek acı söz işitmemiş, içinde bir ömür haset duyulmadan, kin güdülmeden, yalnız şükrederek yaşanmış diye hayal ettiğim o ev” der mesela bir öyküde. Evi de, geçmişi de özlenilir kılan bu hayaldir. Geçmişe duyduğu özlem, şimdinin eleştirisi ve gelecek hayalidir aynı zamanda.

(Istanbul Art News‘ün edebiyat eki IAN.Edebiyat‘ın Aralık 2014 tarihli 4. sayısında yayınlanmıştır.)

[1] İlk basımları 1957 ve 1959’da yapılan bu iki kitap Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi başlığı altında yayınlandı. Can Yayınları, Ekim 2014, 256 s.

[2] Oktay Akbal, Şair Dostlarım, Varlık Yayınları, 1977, s: 32 vd.

[3] Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya’ya Mektuplar, Can Yayınları, 2007, 243 s.

Yorum bırakın

Filed under Kitap

Şairin Çocukları

turgut-uyarin-cocuklariyizDerviş Aydın Akkoç’un hazırladığı Turgut Uyar’ın Çocuklarıyız hakkında Bir edebiyat metnini anlamaya, çözümlemeye çalışırken yazarın/şairin hayatı kuşkusuz bize kimi ipuçları verir, ama bu bir yere kadardır, çok da abartmamak gerekir. Yapıtlarını sevdiğimiz bir yazarın nasıl yaşadığı, ne yiyip ne içtiği, kimlerle görüştüğü, nasıl biri olduğu her zaman ilgimizi çeker. Bu konularda sır vermemiş, saklamış, saklanmış olanlarıysa daha çok merak ederiz. Bu merak biraz magazineldir aslında; onun metinlerini daha iyi anlayabilmek için sırlarının peşine düşmeyiz, o saklanarak –genellikle farkında olmadan– bir gizem halesi yaratmıştır, bu haleyi sıyırmak ve yazarı/şairi daha net görmek isteği çok zaman metnin önüne geçer; metin o halenin arkasında kalır. İsteyerek ya da istemeyerek böylesi bir hale yaratan edebiyatçı, metniyle hayatı arasında kurulacak yalan yanlış bağlantılardan mı ürker, yoksa insan içine çıkmakla, görünür olmakla ilgili sorunları, sıkıntıları mı vardır, diye sorulabilir. Bu ikisi büyük bir ihtimalle aynı yere çıkıyordur. Unutmamak gerekir ki eserleri böyle davranmasına neden olan kişiliğin ve ruh halinin de bir sonucu, ürünüdür.

Elbette bu noktada önemli olan, yazarın/şairin hayatını nereden ve nasıl öğrendiğimizdir. Mesela, çocukları sahih birer kaynak mıdır onun iç dünyasını ve bu dünya üzerinden eserlerini anlamak için? Çok zaman öyledir, ama her zaman değil, yıllarca birlikte ya da ayrı yaşadıkları insan onların babasıdır, annesidir, ilişkileri esas olarak aynı ailede olmak üzerinden şekillenmiştir. Herhangi iki insanın beklediklerinin çok üzerinde beklentilerle yaklaşmışlardır birbirlerine, –varsa– kırgınlıkların kökeni çok derinlerde ve belki de onulmazdır vs. Kaldı ki yaşananların arasından nelerin seçileceği, hangi hatıraların nakledileceği de bir başka sorun teşkil eder. Son yıllarda daha sık rastladığımız mülakat yöntemiyle hazırlanan kitaplarda sorularıyla anlatıcıları yönlendiren mülakatçının bakış açısı da bu nedenle kritik önemdedir ve sorumluluk biraz da onun sırtındadır.

Turgut Uyar’ın Çocuklarıyız[1], Turgut Uyar’ın çocuklarıyla Derviş Aydın Akkoç’un gerçekleştirdiği mülakatlardan oluşuyor. Dolayısıyla bu kitapta tanıdığımız şairin çocuklarının gözünden bir Turgut Uyar olmakla birlikte mülakatçının belirlediği bir perspektiften görünenlerden ve hatırlananlardan oluştuğu gözden kaçmamalı. Akkoç da, okurların çoğu gibi, Turgut Uyar’ın nasıl bir baba olduğunu, şairin gündelik hayatındaki ayrıntıları, nasıl yaşadığını, nelere tepki verdiğini vs merak ediyor, ama bu konuları onun edebiyatına, şiirine bağlama çabasını elden bırakmıyor, öğrendiklerini bu alana çekmeye çabalıyor, sorduğu sorularla mülakatın esas olarak bu hatta ilerlemesini sağlıyor. Bununla birlikte, Turgut Uyar’ın çocuklarının sadece hatıraların aktarıcısı olarak kalması gibi bir çabaya da girmiyor Akkoç. Birer birey olduklarından hareketle, hayat hikâyelerini, ilgilerini, çeşitli konulardaki fikirlerini öğrenmeye çalışıyor. Bunlarla ilgili sorularının arkasında da, şair babanın çocuklarıyla kurduğu iletişim, onları nasıl yetiştirdiği, gelişimlerine katkısının ölçüsü gibi soruların saklı olduğunu düşünebiliriz.

Kitabın sunuşunda Orhan Koçak da, kendisini saklamış olan şaire dair hatıraların nakledilmesinin “vasiyetin çiğnenmesi” olarak görülüp görülmeyeceğini tartışırken, bu kitabın “çocukların tanıklıklarından oluştuğunun” altını çizmiş. Koçak, Turgut Uyar’ın Çocuklarıyız’ın “potansiyel bir biyografinin bütünleştirilecek parçalarından, kaynaklarından biri olarak” görülebileceğini vurguluyor haklı olarak. Beri yandan, Uyar’ın şiiriyle hayatının örtüştüğü ve örtüşmediği yerlerin ve şairin biyolojik çocukları-harf çocukları sorununun etraflıca tartışıldığı sunuş yazısının kitabı sunmanın ötesinde Turgut Uyar üzerine yazılmış önemli bir yazı olarak değerlendirilmeyi hak ettiğinin de altı çizilmeli.

“Onu demek istemedim.”

Şairin hayatıyla şiiri arasındaki bağı görme şansı olanlar hiç kuşkusuz en yakınındakiler, aile bireyleridir. Birlikte yaşadıkları kişinin hayatına tanıklık etmişlerdir, ama şiirinden de uzak durmamış olmaları gerekir ki aradaki bağa dair saptamalar yapabilsinler. Çocukları, Uyar’ın şiiri hakkında uzun boylu yorumlar yapmaktan sakınmışlar, hatta Tunga Uyar açıkça babasının şiirlerini ayrıntılı olarak bilmediğini de itiraf etmiş. Bununla birlikte söz ister istemez şiirlerine gelip durmuş mülakatlar boyunca. “Bize hiç şiir de okumadı. Edebi hiçbir şey yaşamadık babamla,” diyen Uyar’ın ilk çocuğu Semiramis Uyar’ın şu sözleri bu nedenle hayli dikkat çekici:

“Bazı şiirlerini okuduğumda aklım ister istemez onun fiiliyattaki kimi tavırlarına gider. Şöyle anlatayım: Babam küfretmez, kötü konuşmaz, insanı hiç ama hiç aşağılamazdı. Hani vardır ya, bazı insanlar bakışlarıyla küçümserler karşısındakileri, babam onu hiç yapmazdı. Bir şeye sinirlendiğinde uzun uzun susardı. Bu suskunluğu çevresine dalga dalga yayılırdı tabii, tam manasıyla fırtına öncesi sessizlik dediklerinden. Susmanın artık dayanılmaz olduğu, daha doğrusu ayranının kabardığı eşikte birdenbire masayı devirip kalkar; masa şangur şungur devrilirdi. Sonra yeniden bir sus pus olma hali. İşte şiirlerinde de bu hissi almışımdır, bir şeyler birikir, yoğunlaşır ve aniden patlar.”

Semiramis Uyar’ın şu saptaması da akılda tutulmalı: “Babam mutluluğunu da mutsuzluğunu da gösteren bir insan değildi.” Kişi, mutluluğunu ve mutsuzluğunu ne kadar içinde yaşıyor, dışa vurmuyor olsa da, gene de kendisini görece denetimsiz bıraktığı yer evidir, ailesinin yanıdır. Öte yandan ailedeki bireyler, özellikle çocuklar, onun şiirlerini okurların ve eleştirmenlerin bakmayacağı bir gözle okumuşlardır, edebi bir merakın yanı sıra, babaya dair bir şeyler bulmak için. Dolayısıyla çocukların babalarının hayatları hakkında söyledikleri kadar şiirleri hakkında söyledikleri ayrı bir önemde olsa gerek. Turgut Uyar’ın büyük oğlu Tunga, ablasının tersine babasıyla şiir üzerine yaptıkları sohbetlerden söz ediyor. Aktardığı şu diyalog sadece Uyar’ın şiirlerini açıklama konusundaki ketumluğuna hoş bir örnek değil, belki de daha genel bir ruh halinin bir yansıması:

“‘Ben şu şiiri anlamıyorum,’ derdim, ‘oku o halde,’ derdi. ‘Okuyorum ama anlamıyorum, şurada ne demek istemiş olabilirsiniz, acaba şu anlamı mı kast ediyorsunuz?’ diye sorar; ‘orada onu demek istemedim,’ diye cevaplardı. İlginçtir, kendi şiiri söz konusu olduğunda babam hiçbir zaman ‘şunu demek istedim,’ demez, daha ziyade hep ‘onu demek istemedim,’ derdi. Sadece babamınkiler için değil, başka şairlerin şiirleri için de tartışırdık. Güzel ve verimli sohbetlerdi bunlar tabii. Şunu da söyleyeyim, babam şüphesiz iyi bir şairdi ama ben babamın şiirlerini ayrıntılı olarak bilmem.”

“Yani bir adamın canı sıkılır, o ben’im.”

Turgut Uyar’ın sıkça alıntılanan bir metni vardır. Papirüs’ün Eylül 1966 tarihli 4. Sayısında yayınlanmıştır.

“Ben hep sıkıntılıyım. Yani bir adamın canı sıkılır, o ben’im. Çünkü bana en yaraşan durumdur sıkıntılı olmak. Ben silahsız bir askerim de ondan. Törenler askeriyim ben. Cumartesi ve pazar askeri. Aslında karışık bir şey, kime ne söylenebilir? Bir sıkıntıyı ısrarla büyüterek, asıl büyük sıkıntıya ısrarla giden tümün attığı çekirdek. Pis bir köleliğe ve sonsuz çılgınlığa varacak bir oluşumu sıkıntıyla bekleyen bölünmez varlık’ın ben’i. Ondan severim sıkıntıyı. Sevincin o amansız, o aşağılayıcı bönlüğünden korur beni.”[2]

Çocukları da sıklıkla babalarının bu sıkıntılı halinden söz etmişler; belli ki hatıralarında babalarından kalan esaslı imgelerden biridir bu. Örneğin Şeyda Dikmen şöyle diyor: “Alkol aldığı zaman çok sıkıntılı olurdu, içe kapanmaz ama aşırı mutsuz olurdu. Alkol alıp da mutlu olduğu anlar çok nadirdi. Biraz fazla kaçırdığı zaman kederlenirdi. Dünya daha sıkıntılı bir yer haline geliyordu galiba, yaşamak boştur duygusundan söz ediyorum. Votka içerdi genelde, suyla içerdi, meyve ve kuruyemiş hiç yoktu. Rutin bir şeydi alkol almak. Taşkınlık yapmazdı, sıkılırdı. Mutsuz olduğu günlerde içilen bir iki kadeh tuzla biber olurdu mutsuzluğuna.” Bu cümlelerin ardından şunu da ekliyor: “Ama diyorum ya nazik bir insandı; ceketinin önünü ilikleyerek konuşan biriydi, çocuk bile girse içeri babam ayağa kalkardı.” Turgut Uyar’ın küçük kızının şu tespitleri de eklenmeli bu bağlamda: “Şimdi doğruyu söylemek gerekirse, babamın dünyası çok ama çok farklıymış, ben de sonradan anladım bunu.” “Eğer ortam iyiyse babam konuşkan bir adamdı, eğer bir şeyden hoşnut değilse de konuşmazdı.” “Babam başka bir dünyanın insanıydı, şiirle oturup şiirle kalkıyordu, yalnızlık hissetmiş olabilir,” diyen Tunga Uyar’ın da babasının sıkıntılı halleriyle ilgili izlenimleri ablasınınkinden çok farklı değildir:

“Babamın bir derdi de paylaşamamaktı, ama neyi paylaşamamak, tam olarak bilmiyorum bunu, sevgi olabilir mi acaba? Garip yalnızlığının yanı sıra, kendine has korkunç bir mutsuzluğu da vardı. Kendi içindeki karmaşıklıktan çocuklar olarak haliyle bizler de etkilendik. (…) Babam farkına varmanın acısını da çekerdi, bir konuşma başlarken, o konuşmanın nasıl gideceğini hissedebiliyordu, üstelik bunu karşı tarafa da belli ediyordu, neden konuşuyoruz o zaman diye hissederdin. (…) Dünyaya gelmiş olmak babam açısından başlı başına bir yara, temelden gelen bir sıkıntısı vardı, sürekli benim ne işim var burada diye düşünüyor olmalı.”

Şairin küçük oğlu Hayri Turgut Uyar da babasının ruh haline değinirken ablalarının ve ağabeyinin söyledikleriyle paralellikler içeren sözler söylüyor, ama onlardan farklı olarak bu ruh halinin toplumsallıkla bağı konusuna da dikkat çekiyor:

“Babamın genel olarak depresif olduğunu düşünüyorum, ruh hali çok gergindi ama sürekli surat asan, somurtan biri değildi. Son yıllarındaki depresif ruh halinin yoğunlaşmasını ve şiir üretimindeki düşüşü anlayabilmek için o dönemi de iyi değerlendirmek lazım çünkü dışarıda sürekli çatışmalar var, insanlar ölüyor, 12 Eylül askeri darbesinden hemen önce. İnsanda çalışma isteği yaratacak herhangi bir durum yok, çok çabalamak lazım bunun için herhalde.”

Şairin Arkadaşları

İkinci Yeni şairleri arkadaşlıklarıyla da bilinirler. Aralarındaki yakınlık şiirlerinin benzeşmesiyle de ilişkilendirilir, oysa o denli yakın değildir şiir dünyaları. Sanırım, esas olarak şiire ve edebiyata verdikleri önem arkadaşlıklarında etkili olmuştur ve asıl benzeşen onların bu konudaki tutumlarıdır. Şeyda Dikmen Uyar, evlerine gelip giden şair ve yazarlar arasında Asım Bezirci’yi de sayıyor mesela; oysa İkinci Yeni konusundaki en sert eleştirileri yazanlardan biridir Bezirci. Edebiyat konusunda hayli farklı düşünceleri olsa da, başka bir bağın onları bir araya getirdiğini anlıyoruz. Bu bağın ne olabileceği konusunda önemli bir noktaya ise Hayri Turgut Uyar değiniyor:

“Babamların kuşağının şimdilerdeki popülerliğinde bir yüzeysellik var bana kalırsa. Onlara özenen daha genç kuşak edebiyatçıların, meselenin profesyonel şiir-edebiyat tarafını değil, daha çok yaşam tarzı tarafına ilgi gösterdiklerine ilişkin şeyler duyuyorum. Bu hakikaten yanlış olur çünkü babamların kuşağını tanımlayan şey meyhanelere gitmeleri ya da arkadaşlıkları değil, yaptıkları iş. Asıl önemli olan iş. Hepsi de işlerini çok iyi yapan, çok şiir okuyan, çok edebiyat okuyan insanlardı. Annem ve babamdan gördüğüm şey bu oldu: Edebiyatla ilgili iş yapacaksan şayet ciddi olacaksın. Sürekli okuyacaksın, merakını öldürmeyeceksin, sadece kendi dalını bilmekle de olmuyor, felsefe de bileceksin, tarihle de ilgileneceksin, resim ve heykelden anlamaya çalışacaksın, hakikaten çok ciddi bir birikim istiyor. Yeteneğin olabilir ama birikim olmadan hiçbir şey olmuyor. Babamdan görüp de öğrendiğim ve beni en çok etkileyen şeylerden biri de, mesleği üzerine düşünmesidir. Şiiri üzerine enine boyuna düşünüyordu.”

Turgut Uyar’ın şu saptamaları da o kuşağın şair ve yazarları arasındaki arkadaşlık hakkında önemli şeyler söylüyor:

“Babamların çevresinin çok etkileyici bulduğum bir diğer tarafı da, birbirlerini yeri geldiğinde acımasızca eleştirmeleri olmuştur. Birbirlerine şiirlerini gösteriyorlardı, Edip amca bir şiir yazmış ve babama gösteriyor, ya da babam bir şiir yazmış ve Edip amcaya gösteriyor. Yaptıkları eleştiriler inanılmaz sert olabiliyordu, hiçbir şekilde incitmek için değil, profesyonel görüşlerini söylüyorlardı. Birkaç kez tanık olmuştum, kimse kolay kolay bu eleştirileri duymak istemez. Ne var ki, eleştirilere hiçbir surette kırılmıyorlardı, müthiş bir şey bu. Çok iyi arkadaşlar, çok iyi şairler ama birbirlerinin şiirlerini değerlendirdiklerinde birbirlerini yerden yere vurabiliyorlar. Söylenenlerin iyi niyetle söylendiğini biliyorlardı. Hep kötüyü eleştirmiyorlar, güzeli de açıklıyorlardı. Edip amca babama bir şiirini gösterdiğinde, babam güzel olmuş deyip geçmiyor, güzeli uzun uzun açıklıyordu.”

Turgut Uyar’ın Edip Cansever’le çok yakın arkadaş oldukları bilinir, Uyar’ın çocukları da sıkça söz ediyorlar bundan. Cansever kadar çocukların hatıralarında yer eden bir başka yazar ise Bilge Karasu. Uyar’ın ilk evliliğinden olan çocuklarının hayatında Bilge Karasu önemli bir yer tutmuş. Her gün evlerine gelip Turgut Uyar’a Fransızca dersi veren Karasu evin bir müdavimi değildir sadece; Şeyda ve Tunga’nın okula kaydını yaptırmaya da o gitmiş, okulda velileri olmuş, kitaplar hediye etmiş. Semiramis Uyar da baleye gitmesine ön ayak olan ve destekleyen Bilge Bey’in hayatlarındaki yerini, “Bize abilik, amcalık etti,” diye özetliyor. Babasının çok da arkadaş canlısı olmadığını, hayatından birini çıkardıktan sonra bir daha sokmadığını belirten Semiramis Uyar, “Edip amca gerçekten ve yürekten sevmişti babamı. En yakın dostu, sırdaşıydı,” “En sağlam arkadaşı hep Edip amca oldu, çünkü Edip amca babamı çok iyi anlıyordu,” diyor. Tunga Uyar da, ablasının ilk tespitine katılıyor: “Babam çok arkadaş canlısı da değildi, arkadaşları çoktu ama garip bir yalnızlığı vardı. Seviliyordu da arkadaşları tarafından, hiçbir şey olmasa bile Turgut Uyar’a uğrayalım derlerdi.”

H. Turgut Uyar’ın babasının ve arkadaşlarının çok sevdiği taraflarından birinin, “on üç on dört yaşına geldikten sonra, kimsenin [ona] çocuk muamelesi yapmaması” olduğunu belirtmesine de dikkat çekmek gerek. Turgut Uyar’ın bütün çocuklarının hatıraları arasında babalarının onlara bir şey dikte etmekten özenli kaçındığına dair cümleler var. Örneğin H. Turgut Uyar, bir arkadaşının kendisine din hakkında telkinlerde bulunması üzerine bu konuyu babasıyla konuştuğunu, ama babasının kendisine dindar ol ya da ateist ol gibi yönlendirmede bulunmadığını vurguluyor, “Ben neyi seçersem o olsun istiyordu,” diyor. Benzer bir tutumdan Şeyda Dikmen Uyar da söz ediyor. Babasının kimlerle evlenecekleri konusunda bütün sözü kızlarına bıraktığını vurguluyor: “Babamın bir sözü vardı: ‘ben sizleri öyle yetiştirdim ki, sizler evleneceğiniz insanı seçecek insanlarsınız.’” Tunga Uyar da, babasının onu “fazlasıyla özgür bıraktı[ğından]” söz ediyor.

Parasızlık, Şiir, Politika

Turgut Uyar’ın Çocuklarıyız güllük gülistanlık bir şair hayatı aktarmıyor okuyanlara. Yukarıda değindiğim “sıkıntı” bahsinin yanında, iç burkan pek çok şey daha var, bunlardan biri de Turgut Uyar’ın yıllarca geçim sıkıntısı çekmiş olması. Mesela, Semiramis Uyar’ın şöyle bir saptaması var babasıyla ilgili: “Parasızlıkla gelen sıkıntılar babamı belki şiddete ya da ters olmaya yöneltti, yapamamanın, başaramamanın acısı bazı insanlarda şiddet ya da terslikle dengeleniyor, bu yolla huzur sağlanıyor. Bu arada şiddet dedimse de ya bir iskemle ya bir sandalye fırlıyor bir yere. Kızıp bir yere vurarak kendini rahatlatırdı. Ama içindeki canavarı patlatamadı bence, o canavar çıksaydı belki rahat ederdi.” Tunga Uyar ise bu durumun şiiriyle arasındaki bağa vurgu yapıyor: “İkinci Yeni şairleri arasında parasızlığın yarattığı sıkıntıları en fazla işleyen şairlerindendir. Zor şartların şairi diyebilirim babam için.” Bunların yanı sıra, Uyar’ın politik duruşuna dair anlatılanlar da şairi daha iyi tanımamız için önemli. Mesela, 27 Mayıs dâhil, askeri darbelerin hepsine karşı çıkmış olması – üstelik askeri eğitim almış biri olduğu halde (belki de bu sayede, askerliği ve askeriyenin mantığını yakından bildiği için.) “Güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan/ Dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar// Dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan/ Kürdistan’da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar” dizeleriyle son yıllarda sıkça hatırlanan “Yokuş Yol’a” şiiriyle ilgili Semiramis Uyar’ın aktardıkları da şairin politik duruş ve tutumu kadar kişiliği hakkında da ipuçları içeriyor.

“Posof’ta görev yapması da ayrıca önemli, bölgeyi ve Kürt halkının yaşayışını biliyor. Bu şiirinde kestirip atmış, meseleye kendince nokta koymuş bence. Bir kavgaya tutuşmuş, ben öyle hissediyorum. Babam gündelik hayattaki alelade bir meseleden ötürü çıkan bir kavgaya yahut tartışmaya girdiğinde, kazanamayacağını, dönüştüremeyeceğini, herhangi bir etkide bulunamayacağını anladığı zaman ‘kes!’ yapardı, bitti manasında. ‘Kes’ diyerek benim düşüncem bu diyor, seninki ne olursa olsun, umurumda değil, çünkü uzlaşamayacak. Şiirin diğer dizelerinde ‘devlet’ kelimesi geçer. Devletle uzlaşmıyor, uzlaşmanın imkânı yok ve kes yapıp gardını alıyor.”

Bu tutum, Tunga Uyar’ın şairin 12 Mart sonrasında katledilen devrimci gençlere ne kadar üzüldüğünden söz ederken söyledikleriyle de uyumlu. H. Turgut Uyar ise babasında “çok net bir adalet duygusu” olduğundan, “herhangi bir haksızlık söz konusu olduğunda tepkisini göster[diğinden] söz ettikten sonra önemli bir soruya dikkat çekiyor: “Turgut Uyar’ın hem net bir politik bir görüşü olup, hem zor bir şiir yazıp, hem de bu kadar değişik insan tarafından sevilmesi bana üzerine düşünülmeye değer gelmiştir hep.” Çocukları, neredeyse ağız birliği etmişçesine, Turgut Uyar’ın şiirinin özellikle Gezi Direnişi sonrasında gündeme gelmesini anlamlı buldukları söylüyorlar. Ama Tunga Uyar’ın şu sözleri de önemli:

“Şimdilerde babamın şiiriyle ilgili konuşuluyor, Cemal Süreya’nınki ile ilgili de konuşuluyor ama dikkat edersen Edip amcanın şiiriyle ilgili henüz pek o kadar konuşulmuyor, ona da sıra gelecektir belki.”

(Istanbul Art News‘ün eki IAN.Edebiyat‘ın Kasım 2014 tarihli 3. sayısında yayınlanmıştır.)

[1] Turgut Uyar’ın Çocuklarıyız, Haz: Derviş Aydın Akkoç, İletişim Yayınları, Kasım 2014.

[2] Turgut Uyar, Korkulu Ustalık/ Şiir Üzerine Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar, Haz: Alaattin Karaca, YKY, 2009, s: 420

Yorum bırakın

Filed under Kitap

Êzidiler, “Yıkıntılar Arasında” ve Kayıtsızlığımız

Yezidiler_daglara_sigindi_2Bu yazın en sıcak günlerinde memleket genelinde cumhurbaşkanlığı seçimi tartışılırken, sınırlarımızın az ötesinde vahşi bir soykırıma tanık olduk. Seçimlerin ardından İslam Devleti (İD) isimli terör örgütü militanlarının ne kadar vahşice insan öldürdükleri, ne amaçladıkları, uluslararası toplumun neler yapacağı, yapması gerektiği gibi konular, bu tartışmanın ucu güncel siyasete de değdiğinden olmalı, gündeme gelir gibi oldu, ama pasaportu olmayan Êzidilerin sınır kapılarında neler yaşadıkları, sınırdan geçip Türkiye’ye sığınan binlerce insanın bundan sonra nerede nasıl barınacakları, ne yiyip ne içecekleri konusu sürüp giden seçim sonrası tartışmalar arasında hak ettiği ilgiyi görmedi, sınırlı bazı çevreler dışında genel bir kayıtsızlıkla karşılandı. İD konusu açıldığında mümkünse sessiz kalmayı yeğleyip mecbur kaldıklarında mazeret beyanlarıyla yetinenler bir yana; –iyimser bir ifadeyle– kafalarını kuma gömen bu apolojistleri her fırsatta eleştirmekten geri durmayan kesimler de, bölgede kendileri gibi olmayan hiç kimse bırakmamaya kararlı bu çetenin vahşetinden can havliyle kaçanların halini görmezden geldiler.

İD’in katliamlarından önce Musul yakınlarındaki Şengal bölgesinde Êzidilerin yaşadığından haberimiz de yoktu pek; kim bilir, belki de Orta Doğu’nun en eski kavimlerinden olan Êzidilerin soyunun çoktan kırılmış olduğunu sanıyorduk. 1. Dünya Savaşı sırasında Misak-ı Milli sınırları içerisinde de büyük bir soykırıma uğramış oldukları ve sonrasında da Orta Doğu’nun savaş ve çatışmalarında isimleri geçmediği için böylesi bir yanılsamaya düşmüş olabiliriz. Oysa yakın zamanda Êzidilerle ilgili kitaplar yayınlanmıştı. Sabiha Banu Yalkut’un Melek Tavusun Halkı Êzidiler (Metis Yayınları, 2002; yeni baskısı Ağustos, 2014), Roger Lescot’un Yezidiler/ Cebel Sincar ve Suriye Yezidileri Üzerine Alan Araştırması (Avesta, 2001; 2. Baskı, 2009) ile Amed Gökçen’in Abede-i İblis: Yezidi Taifesinin İtikadatı A’datı, Evsafı (Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2014) ve Êzidiler: Kara Kitap Kara Talih başlıklı çalışmaları (Bilgi Üniversitesi Yayınları, Eylül 2014) sayılabilir.

yezidi_kurdsÊzidiler edebiyat eserlerinde de karşımıza çıkar. Refik Halid Karay’ın 1939’da yayınlanan Yezidin Kızı romanında Êzidilerden ayrıntılı olarak söz edilir, Êzidi prensesi Zeliha (Zeli della Yezdi) romanın anlatıcısına, kavminin tarihçesini ve itikadını uzun uzun anlatır. Daha yakın zamanlarda Murathan Mungan’ın yayınlanan ilk kitabı olan Mahmud ile Yezida isimli oyununda da rastlarız Êzidilere. Mungan’ın “Mezopotamya Üçlemesi”nin de ilk kitabı olan bu oyunda bir Êzidi kızı ile Müslüman delikanlının aşkı anlatılmıştır.

Türkçe edebiyatın büyük çınarı Yaşar Kemal ise Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana[1] isimli romanında geçen yüzyılın başlarında yaşanan Êzidi soykırımından sahneler aktarmıştı. Usta yazar birkaç paragrafta Êzidiler ve başlarına gelenleri özlü biçimde hatırlatmıştı kitabında. Katliamlara katılmış olan, romanın başkahramanı Poyraz Musa’nın sığındığı emirin şu sözleri de aklımızdan çıkmış olmalı:

“Bak yavrum, iyi dinle. Biliyorsun ben Sünni Müslümanım. Ben bir tek insanım. Bir tek insan acı çekiyorsa, bütün insanlar acı çekiyordur. Bu Yezidiler yüzlerce yıldır acı çekiyorlar, öldürülüyorlar, soylarını tüketiyorlar. Dünyada bir tek Yezidi kalmadı, diye düğünler, bayramlar ediyorlar. Uzun bir süre de Yezidiler ortalarda gözükmüyorlar. Herkes artık onların soylarının tükendiğini sanırken bir de bakıyorlar ki Yezidiler kurt sürüleri gibi dağlardan çöle inmişler, Şeyh Adi Bin Misafirin dergâhına yüz sürüyorlar. Sen de gördün herhalde, yıllardır, önüne gelen Yezidi öldürüyor. Çocuk demiyor, bebek, genç kız, delikanlı, yaşlı, hasta demiyor, dağları, çölleri, mağaraları, delikleri bir bir arayarak Yezidi bularak öldürüyorlar. Gene de tükenmiyor, yılmıyor direniyorlar. Ve bütün insanlar, haberleri olsa da, olmasa da, onlarla birlikte öldürülüyor, acı çekiyor, aşağılanıyor, tükeniyor ya onlar tükenmiyor. Öldürenler de onlar kadar, onlar gibi onlarla birlikte ölüyorlar ya öldüklerinin, çürüdüklerinin farkına varmıyorlar.”

Êzidilerin varlığını (ya da tükenmediklerini) yüz yıl sonra yaşanan yeni bir soykırımla öğrenmenin utancı bir yana, haklarında da ne kadar az şey biliyoruz. Emir’e kulak vermeye devam edelim:

“Bunlar şeytana, güneşe, toprağa, ateşe tapıyorlarmış. O şeytan ki Allaha başkaldırmış. Kim gördü şeytanı? Allahın huzuruna kim gitti ? Bir yandan bakarsan, Yezidiler haklı. Vareden ve yaratan ki topraktır, güneştir, sudur, havadır. Yezidiler günde üç kere, bir sabah gün doğarken, bir kez de öğleyin, güneş tepedeyken, bir de gün batarken yönlerini güneşe dönerler, dualarını okurlar. Yüzyıllardır bu insanlar öldürüldüler, o kadar sürgün edildiler, o kadar işkence gördüler, o kadar aşağılandılar, gene de yılmadılar, tükenmediler. Şu insanoğlunda öylesine bir güç var ki tükenmiyor, çürümüyor, ölmüyor, toprak gibi, ışık gibi, su gibi. Ben Yezidi değilim, ama onların direnme güçlerini, insanlıklarını, dostluklarını seviyorum, onların dirençlerine saygı duyuyorum. Onlar adam öldürmezler. Adam öldürenler Yezidilikten çıkarılırlar. Onlar savaşı bir toplu kırım sayarlar. Savaşa katılmamak için direnirler. Yüzyıllardır kan revan içindedirler, durmadan durmadan kanları seller gibi akmıştır. Ottan başka yiyecek bulamamışlar, ama yürekleri kararmamış, sevinçlerini yitirmemişler, hangi koşul içinde olurlarsa olsunlar, yüce dağların kovuklarında kartallar gibi yaşamışlardır.”[2]

BİR EDEBİYATÇININ SOYKIRIM RAPORU

Armenians_marched_by_Turkish_soldiers,_1915Êzidilerin ülke gündeminde kendisine yer bulamadığı günlerde, Agos’ta 1915 Ermeni soykırımıyla ilgili yeni bir belge yayınlandı.[3] Tarihçi Ümit Kurt ile gazeteci Alev Er’in Paris’teki Nubaryan Kütüphanesindeki araştırmaları sırasında ulaştıkları bu belge de sınırlı bir çevrenin gündeminde yer aldı. Geçtiğimiz Mart ayında yayınlanan Yıkıntılar Arasında[4]’nın yazarı Zabel Yesayan tarafından kaleme alınan ve Paris Konferansı’nda Ermeni Delegasyonunu temsil eden Boğos Nubar Paşa’ya sunulan 11 sayfalık rapor, 1915 ve sonrasında Ermeni kadınların maruz kaldığı korkunç muameleyi anlatıyordu. Ermeni Soykırımı konusunda önemli bir belge olmakla birlikte, bu rapordaki bazı bölümlerin yüz yıl sonra Êzidilerin Şengal ve çevresinde yaşadıklarına çok benziyor olduğunun da altını çizmek gerek.

“Birçok kadın ve çocuk, doğdukları şehir ve köylerden kaçırıldı. (…) Yaşadıkları panik sırasında başıboş çocuklar anında kaçırıldı, genç kızlar zorla götürüldü. (…)

İnsanlar şehir veya köyünden uzaklaştırıldıktan sonra erkekleri kadınlardan ve  çocuklardan ayırdılar; erkekler acımasızca katledildi, çocuk, genç kız ve genç kadınlarsa caniler tarafından kaçırıldı. Bu onursuz durumdan kaçmayı başaranlar, bu kez de yollarda öldürüldü. Konvoylara refakat eden jandarmalar, onları 1-2 gün yürüttükten sonra bir su kaynağı yanında durduruyor, ama su içmelerini engelliyorlardı. Suya kavuşma izni elde etmenin bedeli, bilmem kaç tane bakire ya da genç kızın kendilerine teslim edilmesiydi.”

Son yüz yılda dünyadan yaşanan büyük değişimlerden sıklıkla söz edilir, sosyal, ekonomik, teknolojik sayısız devrimden dem vurulurken bir asır sonra neredeyse aynı yöntemlerle aynı bölgede bir başka soykırımın yaşanması, insanlık tarihi ve değişim konusunu başka bir gözle değerlendirmek gerektiğini düşündürüyor. Pek çok nedeni var elbette bu gibi durumların değişmemesinin, ama sanırım en önemli neden önceki soykırımların açıklıkla tartışılmamış olması, tartışılmak bir yana neler yaşandığının bu topraklarda yaşayanlardan özenle saklanması.

1915’e dair raporu kaleme alana Zabel Yeseyan’ın 1912’de kaleme aldığı Yıkıntılar Arasında, 1909’da Adana bölgesinde yaşanan Ermeni kıyımına dair önemli gözlem ve tanıklıklar içeriyor. Katliamların ardından Patrikhane heyetiyle Adana’ya giden Yeseyan’ın amacı sağ kalanlara yardım etmektir. Bir yandan da daha sonra Yıkıntılar Arasında’yı oluşturacak mektupları yazmıştır. Yeseyan’ın 1915 raporunda ve 2014 Êzidi soykırımına ilişkin haberlerde okuduklarımıza hayli benzeyen vahşet sahneleriyle bu kitapta da karşılaşıyoruz.

Zabel Yeseyan’ın ismiyle Türkiyeli okurlar 2012’de yayınlanan Ermeni Edebiyatı Numuneleri 1913’te[5] de karşılaşmışlardı. İstanbul ve Anadolu’daki Ermenilere uygulanan soykırımın kısa bir süre öncesinde, Ermeni edebiyatından örnekler eğitimci, siyasetçi ve yayıncı Sarkis Srents tarafından tercüme edilip önce Kasım 1912 ile Mart 1913 tarihleri arasında Servet-i Fünun dergisinde, sonra da Ermeni Edebiyatı Numuneleri isimli kitapta yayınlanmış. Burada yer alan sekiz Ermeni yazarın on dört öyküsü, 2012’de yeniden, günümüz Türkçesine çevrilmiş halleri de eklenerek Ermeni Edebiyatı Numuneleri 1913’te yer almıştı. 1913’te çok önemli bir boşluğu doldurarak geleceğe dönük büyük umutlara, yan yana yaşayan ama pek etkileşim içerisinde olmayan iki kültürün, iki edebiyatın buluşmasına vesile olan bu kitaptaki öykülerden biri de Yeseyan’ın “Âşık” başlıklı öyküsüydü.

Sanırım 1912’de yayınlanan bu öyküyü Yeseyan’ın 1909’da tanık olduğu katliamlardan sonra yazdığını düşünebiliriz. Siyasi, toplumsal bir göndermesi olmayan, şiirsel bir dille kaleme alınmış bu öykü, Âşık’ın bir konak penceresini örten kafesin ardında olduğunu bildiği, ama görmediği bir kadına söylediği sevda sözleriyle başlar. Devamındaysa artık o kafesin ardında bir kadın olmadığını, kendisini beklemediğini bilen Âşık’ın kırgın aşk nağmelerini okuruz. Aşırı bir yorum olmakla birlikte, Yeseyan’ı böylesi kırgın tonda bir öykü yazmaya sevk eden duygu, belki de Adana’da tanık olduklarıyla da ilişkilidir diye düşünmek çok mu abes olur? Ayrılık ve acı Âşık’ı altüst etmiş, onun dünyasında her şey bir daha eski haline dönmemek üzere değişmiştir. 1895 ve ardından 1909 kırımlarıyla Anadolu’da kırılıp dökülen çok şey gibi.

Karin Karakaşlı’nın haklı olarak vurguladığı gibi,[6] Zabel Yeseyan’ın Yıkıntılar Arasında’daki ses tonu da, bakışı da iyimserdir, çok büyük acılara, insanlığa sığmayacak katliamlara, annelerinin gözü önünde bulabildikleri bütün erkek çocuklarının öldürülmesine vs. tanık olduğu halde geleceğe umutla bakmayı bırakmamıştır. 1915 raporu ile Yıkıntılar Arasında’daki umutlu ses tonunu karşılaştıran Karakaşlı, “Belli ki Zabel Yesayan 1909’dan 1919’a varan o on yıl içinde birlikte yaşama rüyasını ve inancı kaybetmiştir,” diyor. Edebiyat Numuneleri 1913’deki öyküsü de “birlikte yaşama rüyasına duyduğu inanç” kaybının başladığı sıralarda yazılmış olabilir.

GEÇMİŞE VE GELECEĞE UZANAN EDEBİYAT

Yikintilar-Arasinda_1393500823(1)Yıkıntılar Arasında, usta bir edebiyatçının kaleminden çıkmış bir metin; 1909’da yaşananlar hakkında olmasına rağmen 1915 hakkında da çok şey söylüyor. Sadece tanıklıkların aktarılmasından ibaret değil kitap. Önsönde Marc Nichanian, “Yesayan’ın tasarladığı şey, bir an kendi görevini ve bu görevin verdiği acıyı, sıkıntıları unutmak, duruma ait ayrıntıları silip sadece milli kederi, Ermenilerin derin acısını tasvir etmekti,” dedikten sonra bu kitabın edebi bir metin olup olmadığını sorguluyor. “Eğer edebiyatın kaynağında ayıklayıp dışarıda bırakma varsa, evet,” diye yanıtlıyor bu soruyu. Nichanian, bu sorunun Hagop Oşagan’ı da meşgul ettiğini, Oşagan’ın Yıkıntılar Arasında’yı izlenimci edebiyat, vakayiname ya da röportaj olarak nitelendirmekte zorlandığını aktarıyor. Oşagan, Yeseyan’ın “kıyıma uğratılmış o yurttan işittiklerini, gördüklerini edebiyatımıza ölümsüz bir tanıklık olarak miras bırak[tığını], ama bu[nun] aynı zamanda kendisinin ve de halkının değerlerine ve bedbahtlığına da tanıklık” olduğunu vurguladıktan sonra şu tespiti yapmış: “Yıkıntılar Arasında, (…) gerçekliği nedeniyle Dante’ninkini bile gölgede bırakan bir nevi cehennemdir.”

Doğrudan anlattığı tanıklıkları aşıp çok daha geniş bir zamana ve uzama uzandığına göre, Yeseyan’ın kitabının edebi bir gücü olduğunu düşünebiliriz. Yeseyan’ın kalemi edebi gücünü tanık olduklarını, işittiklerini daha geniş bir bağlam içerisinde değerlendirme yetisinden, 1909 kırımında evlatlarını yitirmiş annelerin duydukları acının içinde daha önce yitirilmiş sayısız evladın acısının da saklı olduğunu gözlemleyebilmiş olmasından alıyor.

“Ve bu tarifsiz felakette telafisi mümkün gibi gözükmeyen şey, kül olmuş evler, yıkılmış bağlar değildi, ne de ölenlerin sayıca çokluğuydu; onulmaz olan şey, tüm zavallılığı ve umutsuzluğuyla hepsinin gözlerine yansıyan o hüsran dolu iç duyguydu; ve bu, ayaklar altına alınmış, vahşice çiğnenmiş bir halkın duygusuydu.”

Bir başka yerde de şöyle ifade ediyor:

“Tek bir kişi sadece kendi hikâyesiyle bir dünya sefaleti gözler önüne serebiliyordu.”

Yeseyan tanık olduklarının iç dünyasını nasıl etkilediğini, içine düştüğü çaresizlik girdaplarından neler yaparak çıkmaya çalıştığını; yaşanan katliamlar geride kaldıktan sonra oradaki Ermenilerin hayatının yeniden normale dönüp dönemeyeceğine dair umutla umutsuzluk arasında gidiş gelişlerini de anlatıyor.

“Daha da mahcup, o yaralı sakat kadınlardan çok daha ıstırap içinde, yüreğimiz parça parça, avuntusuz bir acıyla odaları dolaşırken, içlerinde inatla yaşama ve varlığını devam ettirme arzusunu her fırsatta gördüğümüz felaketzedelerle kıyaslandığımızda, kısırlaşmış burjuva ruhlarımızın ne denli acınası ve fakir olduğunu çok daha iyi hissediyoruz.”

Yeseyan, Adana’da sadece katliamlardan sağ kurtulanları değil, gerek cezaevi ziyaretlerinde gerekse Adana’da ve sonrasında Hatay’a kadar yaptığı seyahatte bu katliamlara karışmış olanları da gözleyip aktarıyor. Bu ikincilerle ilgili farklı gözlemleri var: “Burada da fark ettim,” diyor Karspazar’da (bugünkü Kadirli), “Türklerin görüntüsü daha az kederli değildi. Sanki hepsi iradeleri dışında, bilerek ya da bilmeyerek memleketlerinin üzerinden geçen korkunç felakete dahil olmuşlardı.” Hamidiye’deyse şunu gözlüyor: “Araba çarşının içinden geçti, cinayetle itham edilen insanlar dükkân önlerinde taburelere oturmuş, rahat rahat nargilelerini çekiyorlardı.”

Yüz yıl sonra Şengal’de yaşanan soykırıma dönersek, Yıkıntılar Arasında’da okuduklarımızdan çok farkı olmayan katliamlar yaşandı; sağ kalanların hali de Yeseyan’ın gözlediklerinden çok farklı değil. Uzaktan, gazete, internet siteleri ve televizyonlardan kısmen, bir parçasına tanık olduğumuz bir başka “dünya sefaleti.” Yeseyan’ın metni sadece geçmişe değil, geleceğe de uzanıyor ne yazık ki. Sadece bir halkın derin acısını değil, halkların derin acısını aktarma gücü de var Yeseyan’ın kaleminin. Güney sınırımızın yakınlarında sadece Êzidiler değil, Ermeniler, Şii Türkmenler, Kürtler, Kakailer, Nusayriler, hatta İD’e biat etmeyen Sünniler de katlediliyor. İD çeteleri, kendilerinden önceki soykırımcıları örnek alarak farklı inanç topluluklarının kutsal yapılarını ve kültürel eserlerini de yerle bir ederek, neredeyse onların bütün izlerini silmeye çalışıyorlar – kaçabilenler için yeryüzünün bu kısmını dönecek bir yer olmaktan çıkarmak azmindeler. Bu yaşananlar biz başımızı başka taraflara çevirince ortadan kalkmıyor.

Denebilir ki, 2014 yazı Zabel Yeseyan’ın sözünü ettiği “dünya sefaleti”ne kimlerin karşı çıktığına, kimlerin ilgisiz, kayıtsız kaldığın da tanıklık ettiğimiz bir yaz oldu.

(Istanbul Art News’ün eki IAN.Edebiyat’ın Ekim 2014 tarihli 2. Saysında yayınlanmıştır.)

[1] Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Yaşar Kemal, Adam Yayınları, 1998, s. 243

[2] age, s: 244

[3] “Bu Feryat Yüz Yıldır Duyulmayı Bekliyor”, Ümit Kurt – Alev Er, Agos, 22 Ağustos 2014

[4] Yıkıntılar Arasında, Zabel Yeseyan, çev: Kayuş Çalıkman Gavrilof, Aras Yayıncılık, 2014

[5] Ermeni Edebiyatı Numuneleri 1913, Sarkis Srents, Aras Yayıncılık, 2012, çev: Mahir Ünsal Eriş – Ari Şekeryan.

[6] Karin Karakaşlı, “Zabel Yeseyan’ın On Yılı,” Agos, 29 Ağustos 2014

Yorum bırakın

Filed under Genel