Ziya Osman Saba’nın öyküleri hakkında.
Ziya Osman Saba’nın öykülerinde eşyanın özel bir yeri var; elbette öncelikle geçmişi, “mesut zamanları” hatırlatması, ama bununla sınırlı değil. Saba’nın öykülerinde geçmişe özlem ana bir izlektir demek bile eksik kalır, sanki bu öyküler yazarın içini kavuran özlemleri kâh depreştirip kâh dindirmek için yazılmış gibidir. Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi ve Değişen İstanbul’daki öykülerde[1] belli belirsiz o zalim soruya –“Benim asıl mesut zamanlarım ne oldu?” sorusuna– verilmiş bir yanıt da saklı. Saba’nın öykülerinde eşyaya izafe edilenlerin peşinden gitmek bu yanıtı görme imkânı sunabilir.
Bu soruya verilecek ilk yanıt yılların geçmesi, insanoğlu ve insankızının yaşlanmasıdır. Saba’nın kuşağından bir başka şair, Celal Sılay bir soruyla yanıtlar mesela bu soruyu: “Gökkubeyi de bilirim, perileri de/ Ama yüreğimin erinci nerede?” Şunu da hatırda tutmak gerek, “mesut zamanlar” yaşanırken o denli mesut mudur, başka bir deyişle, hatırlarken geçmişi yeniden kuruyor, soluk fotoğrafları rötuşluyor olamaz mıyız? Araya zaman girdikçe yaşananlardaki tatsız bazı yanları unutmaya, hatıraların üzerine bir yanılsama örtüsü çekmeye, geçmişi ülküleştirip bugünü mahkûm etmeye eğilimliyizdir çok kez. Ziya Osman Saba’nın çizdiği geçmiş resminde de böyle bir yan olmakla birlikte, geçmişle şimdi arasında yaptığı karşılaştırmalar nelerin değiştiğinin de bir çetelesi ya da şimdiki zamanın bir eleştirisi olarak değerlendirilebilir. Geçmişe duyulan özlem, o zamanlar tam olarak öyle yaşanmamış olsa bile, tartışmasız bir özlemdir, demek artık kesinkes öyle değildir; hissedilen özlem şimdiki zamanda eksikliği duyulanları, yitenleri, yitirilenleri gözler önüne seriyordur.
Eşyanın Ziya Osman Saba’nın öykülerindeki yerine bu noktadan baktığımızda şunu görmek mümkün. Eşya, bu öykülerde bir yandan hatırlama taşı görevi görürken, bir yandan da hatırlanan (ya da ülküleştirilen) yıllara dair başka bir şey daha söylüyor, eşya-insan ilişkisinin artık çok gerilerde kalmış bir halinin resmini çiziyor. Eşyanın insanın hizmetinde olduğu, ruhunu insanla kazandığı, kullanımın mübadelenin önünde olduğu bir dünyayı hatırlamak ya da hayal etmek belki de bu. Hayal ettiğimiz geçmişte böyle olup olmadığı ya da gelecekte bunu bir ihtimal olarak düşünüp düşünemeyeceğimiz tartışılabilir, ama şurası açık, şimdiki zamanda böyle bir dünyada değiliz.
“Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi” başlıklı öykü muhtemel bir mutluluk tablosuyla başlayıp ilerler. “Adeta bütün bu mağazalar, bütün şu insanlara saadet satıyorlar.” Ne var ki öykünün anlatıcısı vitrinlerde gördüğü bunca eşyanın güzelliğini, değerini ancak insan sıcaklığıyla birleştiğinde kazanacağının farkındadır. Bunu fark etmesini sağlayan yalnızlığıdır, yokluk ve yoksunluk duygusudur. Eşyaya sahip olmanın, onları satın almanın tek başına saadet getirmeyeceğini duyurmaktadır yalnızlığı. Kendini mutlu görünmeye zorlamanın, hatta kötümserlikten kurtulmaya çabalamanın da bir faydası olmadığını öykünün sonunda anlayacaktır.
Ruhunu Yitiren Eşya
Bitpazarında dolaşan “Babamın Elbisesi”nin anlatıcısının aklından geçenler de benzer niteliktedir. “Bütün bu eşyalar dünyaya gelmelerine sebep olan hizmetlerini tekrar görmek, iki koltuğuyla samanları deşilmiş kanepe tekrar bir çifti kucağında barındırmak; kendini göstermek ister gibi bütün arkadaşlarının önüne çıkan sobaların muhakkak en hallicesi tekrar bir an evvel ısıtmak, karpuz lambaların hasretini çeken, yaldızları tazelenmiş aynalar tekrar insan yüzlerini aksettirmek, tekrar odaların mahremiyetine girmek, tekrar beğenilmek, satılmak, daha yaşamak istiyorlardı.” Anlatıcı öykünün sonunda, bir süre önce sattığı yakın zamanda vefat eden babasına ait elbisenin satılmamış halde sergilendiğini görünce, elbisenin “eski ruhunu kaybet[tiğinin], artık ‘baba[sın]ın elbisesi’ olmaktan çık[tığının]” farkına varacaktır. Bu aynı zamanda öykünün girişinde eşyaya yakıştırdıklarının da afaki olduğunu duyurur bize. Eşya –varsa– ruhunu ancak insanla kazanıyordur, insanın olmadığı yerde eşyanın saadetle, sıcaklıkla, “ruh”la bir ilgisi yoktur.
Günümüzün tüketim toplumlarındaysa Saba’nın öykü anlatıcılarının farkına vardıklarının tam tersini dayatan bir ideoloji hâkim. Ruhsuz dünyalarımızın eşyayla ruh kazanacağını, saadetin tüketmekle, satın almakla temin edileceğini savunan bitmek bilmez manipülasyonlar; açık ve gizli reklamlarla, medya ve hatta kimi zaman edebiyat ve sanat eserleri vasıtasıyla sürekli olarak gözümüze sokuluyor. Eşyanın kullanım değeri –“ruhu”– değil, değişim değeri ön planda. Bu yeni bir şey değil elbette, kapitalizmle birlikte ortaya çıkan bir durum. Saba’nın öykülerini yazarken meseleye böyle bir noktadan baktığını düşünmemiz gerekmiyor; onun geçmişi övüşünde böyle bir eleştirellik bulunmasa da, bu metinler bize bu gerçekliği duyuruyor. Bununla birlikte, eşya-insan ilişkisinde hep göz ardı edilen, ama meselenin özünü oluşturan emek bahsini de es geçmez Ziya Osman Saba. “Bıraktığım İstanbul”da gördüğü çok güzel bir evin sahibi olmayı bile değil, böyle bir evde birkaç ay oturabilmeyi hayal eden anlatıcı, “Fakat birden aklıma bu evin ne kadar emek mahsulü olduğu geliyor. Böyle bir ev sahibi olabilmek için ne kadar akıllı yaratılmış, ne kadar çalışmış olmak icap eder…” “Akıllı yaratılma” bahsi, bu gibi konulara Saba’nın bakışında kaderci bir yan olduğunu duyursa da, “evin ne kadar emek mahsulü” olmasından söz etmiş olması dikkat çekicidir. Kuramsal bir bilgi, ideolojik bir bakış gerektirmeyen, hayatî bir noktadır bu, mülkiyeti kutsallaştıran toplumlarda bu husus hayli bulandırılmıştır, ama işte naif bir bakışla bakıldığında bile sezilecek kertede apaçık ortadadır.
“O Mahalle”de yeni evli bir çiftin taşındıkları yeni mahalle ve yeni evleri anlatılır. Başta insanı imrendiren bir sıcaklık duyurur öykü – komşuluk ilişkileri, esnafla, seyyar satıcılarla kurulan bağ vs. Bu arada yeni evli çiftin çocuğu olur, üst katlarında oturan ev sahibesi ve kızıyla o denli yakındırlar ki çocuk büyürken onları yakın akrabaları gibi hisseder. Ev sahibesi burayı satıp düzayak bir yer almayı ve genç çiftin gene kiracısı olmasını istiyordur, ne var ki böyle gelişmez olaylar. Bu sırada “kanun çıkmıştır”; ev sahibesi kiraya zam ister ve ilişkiler önce gerilir, sonra da büsbütün kopar. Benzer bir durum o cânım mahalledeki bütün kiracı-ev sahibi ilişkilerinde de geçerlidir, kavga-gürültü eksik olmaz “kanun”dan sonra. “Mahkemelik olanlar gittikçe artıyordu. Evet, mahalle, o benim taşındığım mahalle olmaktan çıkmıştı. Adeta bir sâri hastalık başlamış, adeta kalplere hırs, tamah tohumları ekerekten gizli bir sam esmiş, mahallemin insanlarını tanınmaz hale getirmişti. Belki ben de değişmiştim. Mahallemize, artan parasızlıkla beraber fenalık da girmişti.” Ziya Osman Saba, o sâri hastalığın ve artan parasızlığın nedenlerine hiç girmeden mahallede yaşanan değişimi aktarır öyküsünde. Anlatıcının ev sahibesine kızgın olmayıp onun kiranın artmasını istemesini aradan yıllar geçtikten sonra anlayışla karşılaması, bize en azından şunu duyurur; sorun insanlarda değil, onların parasız kalmasında, yaşam koşullarının zorlaşmış olmasındadır.
Ziya Osman Saba’nın öykülerinde anlatılan ne olursa olsun, konu geçmişe özleme varıyor, hemen hepsinde anlatıcılar geçmiş zamanı hatırlamakta, içinde bulundukları anın eksikliklerine, tatsızlıklarına yanmaktadırlar; ama bir yandan da bu öyküler yukarıda değindiğim üzere, yaşanan değişimin de ifadesi, gerçekçi bir resmidir – insani bir meselenin içerisinde insanlıkla ilgili başka durumların bulunması da kaçınılmazdır zaten. İşin ilginci, biz bugün Saba’nın öykülerini okurken iki farklı değişimi fark ediyoruz. İlki, öykülerin anlatıcılarının geçmişi ile şimdisi arasında nelerin değiştiği; ikincisi, anlatıcıların şimdiki zamanıyla bizim şimdiki zamanımız arasındaki değişim. Öte yandan, ilk değişim de çok uzak ve yabancı değil bizim için. Yaşımız ilerledikçe geçmişle ilgimizin, ilişkimizin farklılaşmasındaki benzerlik değil sözünü ettiğim. Onun kimi dertleri çağın dertleri – hâlâ derman bulunamamış. “Bebek”te anlatıcının bebeğinin büyüdüğü zamanlarla ilgili gelecek tasavvuru anılabilir burada: “O, daha içten gülüyor, daha candan seviyor, daha dürüst ve adil bir dünyada, daha iyi insanlar arasında yaşıyor.”
Şairin Bir Yayınevi Emekçisi Olarak Portresi
Saba’nın “Okumak” başlıklı öyküsü, öbür öykülerine hayli benzeyen bir tonda başlayıp ilerler. Anlatıcı çocukluğunda, gençliğinde okuduğu kitapları hatırlayıp anar öykü boyunca, o yılların geride kalmasına hayıflanır, hatırlamaktan tuhaf tatlar alırken, konu gene değişime gelir. “Evet, zaman geçti, devran değişti ve ben artık kıraat kitaplarındaki ‘kırmızı Ziya’, seksen günde devri âlem yapan çocuk; Zavallı Necdet’e gözleri yaşaran delikanlı olmaktan çıktım. Artık anlıyorum ki o çağlar yine bir romanın fasılaları gibi okunup bitmiş, bir daha yaşanılmamak üzere bitmiş, ben de yeni bir fasıla başlamış ömrümün yeni bir devrine girmiştim.” Bu yeni devirde okumanın manası da değişmiştir. İş olarak okuyordur, düzeltmenlik yapıyordur. “Artık okumak benim için sadece dikkat etmek, mürettibin benden evvel elleriyle yapmış olduğu şeyi gözlerimle yapmak, gözlerimle, her harfi, kelimeyi, cümleyi birer birer yoklayıp, evirip çevirip yanlışlarını, kötülerini, kalplarını işaret edip yine eski yerlerinde bırakmak, yalnız harflere, kelimelere, satırlara, cümlelere dikkat etmek, okumak benim için artık ekmek paramı kazanmaktır.”
Ziya Osman Saba’nın öykü anlatıcıları yazarın kendisine o denli bitişiktir ki, bu öyküleri hatıra niyetine okumak da mümkün gibidir, ama Saba’nın bunları öykü diye yayınladığını unutmamalıyız; üstelik bu metinlerde üslupçu bir yan da var. Saba’nın sıralamalarla, sayıp dökmelerle ilerleyen, her biri esaslı bir cümle sayılabilecek yan cümlelerden oluşan o upuzun cümlelerini de, salt güzel ve etkileyici cümleler ya da söz oyunları olarak değerlendirmemek gerekir, aynı zamanda bu üslup yürüyen birinin uzamdaki ya da hatırlayan birinin zamandaki hareketini de duyurur. Kelimeler seslerin yanı sıra hareketli görüntülere dönüşür. Günümüz edebiyatında nadiren rastladığımız –daha çok nostaljik anlatılarda yeğlenen–, belki de bir döneme özgü bir üslup bu. Öykülerin kurguları ve özellikle sonları da bu metinlerin hatıradan ziyade öykü olarak yazıldığını gösteriyor. Bununla birlikte, öykülerde anlatılanlarla yazarın hayatı arasında bağlantılar kurmaya da çok müsait metinlerdir bunlar. Mesela söz ettiği arkadaşlarını, Cahit’i (Sıtkı Tarancı), Yaşar’ı (Nabi Nayır) hemen teşhis etmek mümkündür, keza bazı öykülerde anlatıcının ismi de Ziya’dır.
“Okumak”taki düzeltmen de Ziya Osman Saba’nın kendisidir, denebilir o zaman. Nitekim, Oktay Akbal Şair Dostlarım’[2]da Saba’yla iki yıl aynı basımevinde çalıştıklarından bahseder. “Basımevindeki işini bir çeşit kutsal ödev haline sokmuştu. Tashih şefiydi, bürosunda üç dört kişi daha vardı. Ama o kendi titizliğini hiçbir memurda bulamadığı için onların okuduğu formaları da bir daha incelemekten kendini alamazdı. Galatasaray ve Hukuk mezunu, tanınmış şair ve edebiyatçı Ziya Osman Saba o köhne basımevinin, uyuşuk anlayışı arasında bir ermişe benzeyen kişiliğiyle çırpınır dururdu.”
Önündeki metinleri edebi bir tat alma imkânı bulamadan okumak zorunda olduğundan söz ettiği satırları, mesela, “Fakat o anda birden hatırlıyorum ki, benim kafamın böyle tedailer [çağrışımlar] yapmaya hakkı yok, kafamın bu dalgınlığı sırasında, önümdeki satırda bir yanlış, sonra makinelerin binlerce teksir edeceği bir yanlış gözümden kaçabilir,” cümlesini okuduğumuzda öyküdeki düzeltmene üzülür, ona acırız. Hele ki onun eserlerinin yanı sıra hayatını da bilenler, Cahit Sıtkı Tarancı’nın Ziya’ya Mektuplar’[3]ını ve Saba’nın bu kitabın girişinde yer alan yazısını okumuş ve onun edebiyata verdiği önemi, duyduğu sevgiyi fark etmiş olanlar, bu hale daha bir üzülecektir.
Hayat, kurmacadan daha acımasız oysa. Oktay Akbal, şöyle anlatıyor Saba’nın basımevinden ayrılışını. “Onun bu çeşit titizliğine bir anlam veremez, kızardım. Fazla bulurdum, bu ödevseverliği. Ona başka, kendine uygun daha iyi görevler alabileceğini söylerdim. Oysa korkardı hayattan. Sanki basımevinin tashih şefliği olmasa başka iş bulamayacaktı. Daha üstün, daha başarılı, ona uygun bir iş sanki başka birinin ekmeğini elinden almaktı. O, kimseyi rahatsız etmeden, kimsenin huzurunu kaçırmadan, basit, sakin bir işte yaşamak, geçinmek istiyordu. Ücretli memur olarak yaşadı. Hasta olup çalışamayacak duruma geldiği zaman işinden çıkardılar, para pul vermediler.”
Akbal, aynı yazısında Ziya Osman Saba’nın kişilik özelliklerini ermişlere benzetir. “Birimizin mutluluğu başka birinin mutsuzluğunun sonucu mudur?” diye sorduktan sonra şunları ekler: “Elinin altındaki imkânlardan yararlanmayı, başka birinin üzüntüsüne, kırılmasına sebep olmamak için düşünmeyen, yaşama savaşında kendi kişisel isteklerini yerine getirmek için kimseyi rahatsız etmeyen, kimseye yaklaşmayan kişiye ermiş adı vermek uygun düşmez mi? (…) Yaşadığımız dünyanın çirkinlikleri karşısında onun kadar yücelebilmiş, onun kadar ermiş kişiliğine çıkabilmiş başka bir kimse düşünülemez. Bu, şair Ziya Osman Saba’dır.”
Ziya Osman Saba’nın öykülerinin anlatıcılarında da bu ermiş bakışı, duyuşu, tavrı hemen fark edilir. Değerlerin altüst olduğu, yaşanan değişimlerin hırs ve tamah rüzgârları estirerek insanları giderek çirkinleştirdiği bir dünyadan geçmişe bakar, özlem duyarlar. Özledikleri eşyalar, kitaplar, evler, mahalleler, köprüler vs değildir sadece; insanlar arasındaki ilişkilerin daha sıcak olduğu, rekabetin, kinin, haset olmadığı zamanlardır. Hatırladığı geçmişin bir hayal olabileceğini de kabul eder. Ama güzel bir hayaldir. “Duvarları tek acı söz işitmemiş, içinde bir ömür haset duyulmadan, kin güdülmeden, yalnız şükrederek yaşanmış diye hayal ettiğim o ev” der mesela bir öyküde. Evi de, geçmişi de özlenilir kılan bu hayaldir. Geçmişe duyduğu özlem, şimdinin eleştirisi ve gelecek hayalidir aynı zamanda.
(Istanbul Art News‘ün edebiyat eki IAN.Edebiyat‘ın Aralık 2014 tarihli 4. sayısında yayınlanmıştır.)
[1] İlk basımları 1957 ve 1959’da yapılan bu iki kitap Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi başlığı altında yayınlandı. Can Yayınları, Ekim 2014, 256 s.
[2] Oktay Akbal, Şair Dostlarım, Varlık Yayınları, 1977, s: 32 vd.
[3] Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya’ya Mektuplar, Can Yayınları, 2007, 243 s.